KURAN-I KERİMDE ALLAH’IN SEVDİĞİ KARAKTERLER

Allah’a iman eden, ihlaslı kulların ulaşmak istedikleri en büyük arzu, Allah’ın sevgisine ve rızasına mazhar olmaktır. Bu gayeye ulaşabilmenin ön şartı, O Kutlu Nebiye, Resul-i Ekrem (s.a.v.)’e tabi olmaktır. Yüce Allah, kendi sevgisine ve rızasına giden yolu şöyle açıklamaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (1)  Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’e ittibâ etme, O’nun yolundan gitme, Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası olarak nitelenmiş, O’nun yolunu, öğretisini gönülden benimsemek, Allah’ın sevgisine ve mağfiretine mazhar olma şartı sayılmıştır.

Ayetler ışığında, Allah’ın sevdiği karakterler:

a.) “…İyilik edin, kuşkusuz Allah muhsinleri/iyilik edenleri sever.” (2)

En sade tanımıyla muhsin, ihsan fiilini (iyiliği, cömertliği, affediciliği, merhametli ve nazik olmayı, bencil olmamayı, hayırlı bir işi bilerek ve en iyi şekilde yapmayı, Allah’a ihlasla ibadet etmeyi, başkalarına hak ettiklerinden daha fazlasını vermeyi) gerçekleştiren kimsedir. Yani Muhsin, kötülük yapmayan, güzel amel sahibi olan ve günahlardan kaçınan kimsedir. İyilik ve ihsan, İslam dinin özüdür. Peygamberimiz (s.a.v.)’e ihsanın ne olduğu sorulduğunda: “Sanki görüyorsun gibi Allah’a ibadet etmendir. Sen Allah’ı görmüyorsan Allah seni görüyor” (3) diye cevap vermiştir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin bu tarifinden, “kulun görevini en güzel şekilde yapması” anlaşılmaktadır. Söylem ve eylemlerini Yüce Yaratıcının emir ve yasakları muvacehesinde icra eden kul, Allah tarafından mükafatlandırılacağı gibi O’nun sevgisine de mazhar olabilecektir.

b.) “… hiç şüphesiz ki Allah, muttakileri/takva sahiplerini sever.” (4)

Takva kelimesi Kur’an-ı Kerimde on yedi yerde geçer. Klasik müfessirler takvaya ve aynı kökten gelen emir kiplerine genellikle, “Allah’tan korkun” anlamını vermiştir. Söz konusu fiilin kökü, korku anlamını da içermekle birlikte, korkunç bir şeyden çekinmeyi değil seven birinin sevdiğinin gönlünü incitmekten çekinmesini, yaratanına karşı saygı ve sorumluluk duyma hassasiyetini ifade eder. Bu bağlamda takva, “Allah’a karşı sorumluluk bilinci” kavramı içeriğine daha uygun görünmektedir. Takva ve ittika kelimelerinin içerdiği korku, Allah’a duyulan saygıdan kaynaklanır. Böyle bir duygu müminleri kötülükten ve günahtan vazgeçirir, iyiliğe ve hayra sevkeder. Takva kelimesinin en güzel tanımlarından birini de Hz. Ali (r.a.) yapmıştır: “Takva, Allah’tan korkmak/Allah’a karşı gelmekten sakınmak, Kur’an ile amel etmek, aza kanaat etmek/razı olmak ve göç gününe (ahirete) hazırlanmaktır”. (5) Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir defasında ashab-ı kirama, “Öyle bir ayet biliyorum ki, eğer insanlar ona sarılsalar, hepsine yeter” buyurdu. Ardından şu ayeti okudu: “Kim Allah’a karşı takva bilinci içerisinde olursa Allah da ona bir çıkış yolu ihsan eder.” (6)  Bu sözüyle Efendimiz (s.a.v.) her türlü sıkıntı ve zorluktan kurtulmanın, dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmanın yolunu bizlere öğretmiştir ki o yol, takvadır/takva yoludur. Takva, Rabbimizin rızasını diri tutma bilinci ve şuurudur. O’nun sevgisine talip olma arzusu, hoşnutluğunu kaybetme kaygısıdır. Sorumluluklarımızın idrakinde bir ömür geçirme gayretidir. Takva sahibi olmak, tıpkı dikenli bir yolda yürürken bedenimizin zarar görmemesi için gösterdiğimiz hassasiyete benzer.  Böyle bir yolda vücudumuzun zarar görmemesi için hassas davrandığımız gibi hayatımızda da günah ve haramlara bulaşmamak için çırpınışımızın adıdır TAKVA. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisinde: “İnsanlar nazarında kişiyi yücelten malı ise de Allah katında onu yücelten takvasıdır” (7) buyurmaktadır.

c.) “Allah, sabredenleri sever”. (8)

Sözlükte “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” anlamlarındaki sabır kelimesinin ahlâk terimi olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belâlar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi manalara geldiği, karşıtının ceza (telâş, kaygı, yakınma) olduğu belirtilmektedir. Sabır akıl ve zekânın, ceza acizliğin bir ifadesi sayılmıştır. Buna göre, düşünen bir kimse haramlardan sakınma konusunda gösterilen sabrın, Allah’ın azabına sabretmekten daha kolay olduğunu bilir. Sabır “nefsi telâştan, dili şikâyetten, organları çirkin davranışlardan koruma, nimet haliyle mihnet hali arasında fark gözetmeyip her iki durumda sükûnetini muhafaza etme, Allah’tan başkasına şikâyette bulunmama” şeklinde de tarif edilmiştir. İmam Gazali sabrı, “din duygusunun nefsani arzu ve tutkuların baskısına karşı direnç göstermesi” diye tanımlar. (9)

Sabır kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de on beş ayette geçer, ayrıca 100’e yakın ayette aynı kökten çeşitli isim ve fiiller yer alır. (10) Bu ayetlerde genellikle sabrın önemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve onlara verilecek mükâfatlar anlatılmaktadır. Allah, insanları korku, açlık, yoksulluk, yakınların ölümü, ürün kaybı gibi musibetlerle imtihan eder. Bu musibetleri sabırla karşılayanların ve Allah’a teslimiyet gösterenlerin Rablerinin lütfuna, rahmetine ve ebedî kurtuluşa erecekleri müjdelenir. (11)

Sabır, dini tebliğde azim ve sebat gösteren Peygamberlerin niteliklerindendir. Özellikle savaş durumunda sabır gösterip disiplinli davranan Müslümanları Allah, melekleriyle destekleyeceğini vaad etmiştir. İyilik yolunu seçip kötülükleri güzellikle karşılamaya çalışanlar, böylece düşmanlıkları dostluğa çevirenler, bunu ancak sabırlı davranışlarıyla başarabilir. (12) Hz. Lokman’ın oğluna verdiği öğütlerden biri de şudur: “Namazı özenle kıl, iyi olanı emret, kötü olana karşı koy, başına gelene sabret. İşte bunlar kararlılık gerektiren işlerdir” (13) Kerim Kitabımız Kur’an, insanın başına gelen musibetlerin bir imtihan olduğunu, bu imtihanı sabırlı olanların kazanacağını bildirir. (14) Bu sebeple Müslümanlar Allah’tan sabır dilemeli ve kendileri sabırlı davrandığı gibi birbirlerine de sabrı tavsiye etmelidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın sabredenlerle beraber olduğu, onları sevdiği, sabır ve takvalarıyla güzel davranışlarda bulunanların ecirlerinin asla zayi edilmeyeceği, onlara kat kat mükâfat verileceği, sırf Allah rızası için sabredenleri meleklerin tebrik edeceği ifade edilmektedir.

Habbâb b. Eret Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’e, “Müşriklerden büyük sıkıntı çektik. (Bunların zulmünden kurtuluşumuz için) Allah’a dua etmez misiniz?” demişti. Efendimiz (s.a.v.) bu talepte mücadeleden yılma ve üzerine düşeni yapmaktan geri durma niyeti sezdiği için yüzü kıpkırmızı olduğu halde (yaslandığı yerden) doğrulup oturdu ve şöyle buyurdu: “Sizden önce demir taraklarla kişinin etleri ve sinirleri kemiklerine kadar taranırdı da bu işkence onu dininden döndüremezdi. Başının ortasına testere konarak başı ikiye bölünürdü, bu işkence dahi onu dininden döndüremezdi”. (15)

Sabır konusu hadislerde de geniş olarak yer almaktadır. Bir hadis-i şerifte sabrın kişiyi telâştan ve yanlış işler yapmaktan koruyucu özelliği, “Sabır ışıktır” (16)   sözüyle ifade edilmiştir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), kendisinden sürekli yardım isteyenlere yardım ettikten sonra yine de istemeleri üzerine onlara afif olmalarını, müstağni davranmalarını ve sabırlı olmak için çaba göstermelerini öğütlemiş; böyle yapmaları halinde Allah’ın kendilerine yardım edip ihtiyaçtan kurtaracağını bildirmiş, “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet verilmedi” buyurmuştur. (17) Hz. Ali (r.a.)’nin, “Allah’ım! Senden sabır diliyorum” dediğini duyan Resulullah (s.a.v.), “Bu sözünle Allah’tan ağır bir imtihan istemiş oldun; O’ndan âfiyet dile!” buyurmuştur. (18)

d.) “Allah’a tevekkül et, (ona güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever”. (19)

Sözlükte “dayanmak, güvenmek, itimat etmek ve işi başkasına havale etmek” anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak “bir taraftan meşru hedefe ulaşabilmek için gerekli bütün çabayı gösterirken diğer taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na bırakmak” demektir. Kur’an-ı Kerîm’de kırk ayette tevekkül ve aynı kökten fiil ve isimler geçmektedir. Bu ayetlerde Allah’a sığınmak, O’na güvenip dayanmak ve bağlanmak gerektiği, bunun İslâm akidesinin bir gereği ve Allah’a samimi iman ve teslimiyetin zorunlu sonucu olduğu vurgulanmaktadır. Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz kuşların sabahın erken saatlerinde yuvalarından ayrılarak akşamın karanlığına kadar Allah’ın kendileri için yarattığı rızıklarını aradıklarını hatırlatarak (20) Allah’a gerçek anlamda tevekkül etmenin esbaba tevessülü/sebeplere sarılmayı gerektirdiğini anlatmak istemiştir. Devesini bağladıktan sonra mı yoksa onu salarak mı tevekkül etmiş olacağını soran bedevîye hitaben de “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et” (21) buyurarak İslâm’ın tevekkül anlayışını somut örneklerle açıklamıştır. Tevekkülü itici bir güç olarak değerlendiren ashâb-ı kirâm ise bu anlayış sayesinde daha İslâm’ın ilk yüzyılı bitmeden İslâm dinini bir dünya ve milletler dini haline getirmeyi ve kıtaları fethetmeyi başarabilmişlerdir.

e.) “Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.” (22)

Tevbe, “geri dönmek, rücu etmek, dönüş yapmak” anlamındadır ve “dinde yerilmiş, yasaklanmış, günah ve haram olan şeyleri terk edip övgüye lâyık olanlara yönelme” biçiminde tanımlanır. Tevbe, kulun şirk, küfür ve nifaktan imana, isyandan itaate, günahtan sevaba, yanlıştan doğruya yönelmesidir. Tevbe, kişinin işlediği günahı anlayıp onu terk etmesi ve Allah’a dönüp O’ndan yaptığı kötülüğü ve işlediği günahı bağışlamasını dilemesi, pişman olduğunu da belirterek O’na yalvarması demektir. Tevbe, günah işleyenin kurtuluş ve Allah’a sığınma kapısıdır. Bu kapıya muhtaç olmayan hiçbir insan yoktur. Nitekim Yüce Allah: “Ey müminler! Hepiniz Allah’a tevbe edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz!” (23) buyurmuştur. Tevbe eden kulun öncelikle günahtan vazgeçmesi, yaptığına pişman olması, bir daha yapmamaya azmetmesi, işlenen günah kul hakkı, kamu hakkı terettüp ediyorsa, ilgili yere ulaştırması, akabinde Allah’tan bağışlanma dilemesi gerekir. Tevbede samimi olunması gerekmektedir. Ayet-i kerimede, “Ey iman edenler! Allah’a içtenlikle, samimi tevbe edin” (24) buyurulmaktadır. Birçok hadis-i şerifte ilâhî af ve mağfiretin enginliği değişik beyanlarla dile getirmiştir. Sahâbe-i kiramın, Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin huzurunda iken duydukları dinî hassasiyeti, yanından ayrıldıktan sonra kaybetmelerinden yakınmaları üzerine Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Benim yanımdan ayrıldıktan sonra eski halinizi koruyabilseydiniz melekler ziyaretinize gelirdi. Siz günah işlemeyen kimseler olsanız Allah bu fiili işleyen başka bir topluluk yaratır ve onların günahlarını bağışlardı”. (25)  Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in bu sözleri bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın Ğefur, Ğeffar, Tevvâb gibi sıfatlarına işaret ederken diğer taraftan insanların günah işleyebileceğini, fakat pişman olup tevbe ettikleri takdirde bağışlanacaklarını vurgulamaktadır. Peygamberimizin, “Şunu iyi bilin ki Allah kuluna annenin evlâdına karşı beslediği şefkatten daha çok merhametlidir” (26) sözü de aynı mahiyettedir.

f.) “Allah iyice arınanları/temizlenenleri sever”. (27)

Tevbe suresi ayet 108’in son kısmını zikretmiş olduk, ayeti baştan itibaren zikredecek olursak Yüce Allah: “Onun içinde (mescid-i dırarda) asla namaz kılma. İlk günden temeli takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit, (Kuba mescidi) içinde namaz kılmana elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da iyice (maddi ve manevi kirlerden/inkâr ve kötülüklerden) arınanları/temizlenenleri sever” buyurmaktadır. Ayetin nüzul /iniş sebebi, Medine’de Hazreç kabilesinin ileri gelenlerinden Ebû Âmir isimli bir şahıs Hıristiyanlığı benimsemiş ve bu alanda bilgilerini ilerletip papaz olmuştu. Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in Medine’ye hicret etmesi mezkûr şahıs ve benzeri kimselerin menfaatlerine ters düşüyordu. Bu yüzden Ebû Âmir, Medine’ye geldiği günden itibaren Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’e muhalefet etti ve onun düşmanları olan Mekkeli müşriklerle ittifak içine girdi. Bu muhalefeti sürdürebilmek için bazı adamlarıyla birlikte Mekke’ye gitti ve Bedir Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaştı. Bedir yenilgisine müşriklerden daha fazla üzüldü ve onların intikam duygularını harekete geçirdi. Ayrıca gerek Uhud gerekse Hendek savaşlarında hazır bulunup Medineli hemşehrilerini Resulullah ve Müslümanlar aleyhine tahrik etmeye çalıştı. Bunda başarılı olamayınca Mekke’ye yerleşti. Mekke Müslümanlar tarafından fethedilince Tâif’e geçti. Huneyn Savaşı’nda Hevâzin kabilesi yenilgiye uğrayınca da Şam’a kaçtı. Şam’a kaçarken münafıklara, “Olabildiğince hazırlık yapın, ben Bizans imparatoruna gidip kuvvet getireceğim, Muhammed’i ve arkadaşlarını Medine’den çıkaracağım” diye haber gönderdi. Ebû Âmir’in Medine’deki münafıklarla yaptığı iş birliği çerçevesinde hazırlanan oyunlardan biri mescid süsü verilen bir toplanma yeri inşa edilmesiydi. Münafıklar gerçekte kötü niyetle, fakat Mescid-i Kubâ ve Mescid-i Nebî’ye uzakta oturan yaşlıların cemaate yetişemediklerini, diğer insanların da soğuk ve yağmurlu gecelerde anılan mescidlere ulaşmalarındaki zorlukları bahane ederek Sâlim b. Avf kabilesinin bulunduğu yerde bir mescid inşa ettiler. Resulullah’ın onayını alıp bu yapıya meşruiyet kazandırmak üzere kendisinden mescidi ibadete açmasını ve dua etmesini istediler. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) o sırada Tebük Seferi’nin hazırlıklarıyla meşgul olduğunu belirtti ve “İnşaallah döndüğümüzde orada namaz kılarız” buyurdu. Tebük Seferi dönüşünde münafıklar tekrar aynı taleple müracaatta bulundular. İşte Resulullah gerçekte fesat ve nifak yuvası olarak inşa edilen bu mescidde namaz kılmak üzere oraya gitmeye hazırlanırken bu âyetler nazil oldu. Ayetteki bu uyarı üzerine Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) anılan mescidi yıktırdı. Ayetteki “zararlı eylemler gerçekleştirmek üzere yapılmış mescid” anlamına gelen ifadeden hareketle siyer ve İslâm tarihi ile ilgili eserlerde, yıkılan bu yapı “Mescid-i Dırâr” adıyla anılagelmiştir. (28) Bu âyetler belirli bir olay vesilesiyle inmiş olmakla beraber, özellikle 109’uncu Ayette buyrulan, “Binasını takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz tutmuş bir yarın kenarına kurup, onunla kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez” soyut bir anlatım biçimiyle ortaya konan ölçü dikkate alınırsa, burada temsilî bir örnekten hareketle şu mesaja ağırlık verildiği görülür: İki yüzlü davrananlar arasında zararlı eylemler planlayan, inkârcılığı örgütlemeye ve müminlerin arasına ayrılık sokmaya çalışanlara karşı uyanık olunmalı, onların iyi niyet iddiaları ihtiyatla karşılanmalıdır; Allah’ın rızasına takva esası üzerine kurulu işlerle erişilir ve Allah kötülüklerden arınmayı samimi olarak isteyen kişileri sever; iki yüzlü davranmayı huy haline getirenlerin yürekleri kuşkunun esiri olur ve ölünceye kadar kendi kişiliklerini bulamadan bu kuşkunun girdabında bocalar dururlar; dünyada böyle bir bunalımı yaşadıkları gibi ahirette de acı bir sonla karşılaşacaklardır, zira onların akıllarınca başarı gibi görünen eylemleri aslında uçurumun kenarına yapılmış binadan farksızdır, kısa bir süre sonra bu bina onların cehenneme yuvarlanmaları sonucunu doğurur. Geçmişte olduğu bibi günümüzde de suret-i haktan görünüp, batıla hizmet eden kuruluş ve müesseselerin azımsanamayacak kadar çok olduğunu hem ülkemizde hem de dünyanın diğer ülkelerinde görmekteyiz. Bu bağlamda miyarımız elbette Kuran ve onu tebyin eden/açıklayan sahih sünnet olacaktır.

g.) “Şüphesiz Allah âdil olanları sever”. (29)

Adâlet kavramı genel olarak hakkı yerli yerine koymak şeklinde tarif edilmektedir. Yani herkese lâyık olduğu şeyi vermektir. Adaletin zıddı zulümdür, zulüm ise hakkı yerine koymamak, hakkaniyetli davranmamaktır. Adaleti sadece hukuk alanında, mahkemelerde düşünmek yanlış olur. Adâlet doğru davranmak, bir şeyi ait olduğu yere koymaktır. Öyleyse ahlâk ve davranışlarda insanların işlerini yürütürken ya da hakları sahiplerine verirken dengeli olmak ve insafla hareket etmek adâletin gereğidir.  Mevlâna’nın, adâlet ve zulmü, teşbihlerle izahı bu bağlamda güzel bir örnektir: Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır. Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer. Yâni besleyip büyüttüğü zulüm, gün gelir onu paramparça ederek ortadan kaldırır. Fâni menfaatler uğruna adâletten ayrılanlar, kendi kuyularını kazmış olurlar. Birgün gelir içine düşerler. O hâlde, ne kadar zor da olsa, daima adâlet üzere bulunmak ve doğruluktan hiçbir zaman ayrılmamak icap eder. Hz. Ömer (r.a.) ne güzel söylemiş: “Adalet mülkün temelidir.”

Adalet, İslâm dininin gerek fert gerekse toplum düzeyinde üzerinde durduğu en temel hususlardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’de adalet, Allah katında insanlara en üst düzeyde değer kazandıran kulluk bilincinin bir yansıması olarak zikredilmektedir. Nitekim Yüce Allah: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” (30) buyurmaktadır. Adalet, sosyal hayatın en önemli denge unsuru ve teminatıdır. Bu sebeple Yüce Allah müminlere adaletle şahitlik etmelerini, herhangi bir topluma karşı besledikleri öfke yüzünden onlar hakkında adaletten ayrılmamalarını emretmiştir.

Adalet, fert ve toplum arasındaki ilişkileri düzenlemede en önemli unsurdur. Ayrıca adalet olgusu, Allah katında insanlara değer kazandıran kulluk bilincinin yansıması olarak zikredilmiştir. Hangi sebeple olursa olsun, adaletten ayrılmamanın esas alınması istenmiştir. Bu husus, ayet-i celilede şöyle beyan edilmiştir: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır”. (31) Ayet-i kerimelerde bu şekilde yer alan hususlar, fert ve toplum hayatında vazgeçilmez bir esas olduğu kadar, mahkemelerde adil bir düzenin sağlanmasında çok önemli bir yer tutmaktadır. Bundan dolayı her şeyi yerli yerine koyma ve hak edenin hakkını verme hassasiyetle vurgulanmış; görevlerin ehline verilmesi, adaletten önce emredilmiştir. Bu husus Kerim Kitabimiz Kuranda sarih olarak zikredilmektedir: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir”. (32) Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’yi fethedince burada Kureyş kabilesinin çeşitli ailelerinde bulunan bazı salahiyet ve vazifeleri yeniden düzenlemiş, bir kısmını kaldırmıştı. Kaldırmadığı hizmetler arasında Mescid-i Harâm ve çevresinin hizmetiyle su işleri vardı. Birinci hizmet Abdüddâroğulları adına Osman b. Talha’da, ikinci hizmet ise Hâşimoğulları’ndan, aynı zamanda Hz. Peygamberimizin (s.a.v.)’in amcası olan Abbas’ta idi. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), vazifelerle ilgili yeni bir düzenleme yapmak üzere Kâbe’nin anahtarını Osman b. Talha’dan almıştı, amcası Abbas bu hizmetin de kendisine verilmesini talep etti. Bunun üzerine emanet ayeti nazil oldu ve anahtar yine Osman b. Talha’ya teslim edildi. (33) Burada emanetin yerine getirilmesi, ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi yönündeki emirlerin muhatapları genel olarak bütün insanlar, özel olarak müminler ve daha özel olarak da yöneticiler gibi emanet ve adaletten kamu adına sorumlu olan şahıslar ve topluluklardır. Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bir yerde sahabeleriyle konuşurken bir bedevî çıkageldi ve: Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu. Efendimiz sözlerini kesmeden konuşmalarına devam ettiler. Bunun üzerine sahibelerden biri: Bedevînin sorusunu duydu, fakat soruyu beğenmedi dedi. Bir başkası da: Hayır, soruyu duymadı dedi. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz konuşmalarını bitirince: Kıyamet hakkında soru soran nerede? buyurdular. Bedevî: Buradayım, Ya Resulallah! dedi. “Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdular. Bedevî: Emanet nasıl zayi olacak? diye sordu. Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de: “Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!” (34) buyurdular. Emanetin ehil olmayan kimseye verilmesi, bilgiye, tecrübeye ve liyakate değer vermeyip işleri ehil olmayan kişilere bırakmak demektir. Onlar da üstlendikleri vazifeleri hakkıyla yerine getirmeyip hep kendi menfaatlerinin peşinde koştukları ve pek çok haksızlıklara daldıkları için, kısa sürede her şeyin düzeni bozulur.

İnsanlar arasında hüküm genellikle bir ihtilâf ve dava halinde, haklı olanı haksız olandan ayırmak veya hakkın kime ait olduğunu açıklamak suretiyle gerçekleşir. Adalet, “eşitlik ve dengeyi sağlamak” demektir. Burada eşitlikten maksat, herkese aynı şeyi, aynı vasıf ve miktarda vermek değildir; herkesin hakkını, hak ettiğini, lâyık olduğunu almada eşit olmasıdır; güçlü de olsa haksızın, güçsüz de olsa haklı ile hukuk karşısında eşit muamele görmesidir. İnsanların haklarını yiyenler bunu, genellikle kendilerini karşıdakilerden üstün ve güçlü görerek yaparlar. Kamu gücünü, zayıf olmasına rağmen haklı olanın yanına koymak suretiyle muamelede eşitlik, yani adalet sağlanmış olur.

Tarih boyunca insanların huzur ve mutlulukları iki sebeple kazanılmış veya kaybedilmiştir: Emanet ve adalet. Emanetler ehline verildiği ve adalete riayet edildiği müddetçe cemiyette huzur ve saadet bulunmuş, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların, kavgaların, savaşların, servet ve neslin helâk olmasının baş sebepleri arasında yer almıştır. Emanet, korunması istenen maddî ve manevi değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları da emanettir; ilim, din, antlaşma ve sözleşmeler, komşuluk hakları… emanettir. Bütün bunlar korunacak, muhatap ve ilgililerine teslim edilecek, ne maksatla verilmiş ise ona uygun olarak kullanılacaktır.

h.) “Bilin ki Allah kendi yolunda sağlam örülmüş bir bina gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever”. (35)

Cihad, Müslümanın Allah’a kulluk ve onun rızasını kazanmak için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, ferdî ve içtimai planda yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm’ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda içinde bulunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. Nitekim Yüce Allah: “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir” (36) buyurmaktadır. Diğer bir ayette, “Allah yolunda, gerektiği gibi cihad edin. Sizi O seçti ve size din konusunda hiçbir güçlük yüklemedi…” (37) mealindeki ayetler cihadın bu kapsamlı anlamını içermektedir. Müslümanların bütün hayat ve faaliyetinin Allah rızasını kazanmaya yönelik olması gerektiği ve bu anlamdaki bütün gayretler cihad kavramı içinde mütalaa edilir. İslâm dini savaşa ancak Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslâm’a ve İslâm ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı diğerlerinden ayırmak için de ona cihad adını vermiştir.

Sonuç:

Kerim Kitabımız Kur’ân’da Yüce Allah, sevgisine mazhar olan karakterleri belirtmiş, insanları bu amellerle, güzelliklerle donanmaya ve ilâhî muhabbeti çeken hedefleri gerçekleştirmeye çağırmıştır. Gerçekleştirilmesi gereken bu hedeflerden olmak üzere; ihsan sâhibi muhsin kullarını, takvâ ahlâkıyla bezenmiş müttakîleri, maddî ve mânevî bakımdan temizlenenleri, günahlarından tevbe edenleri, yalnızca kendisine tevekkül edenleri, başlarına gelen musibetlerden dolayı isyan etmeyip sabredenleri, hükmettiği zaman adâletle hükmedenleri ve Allah yolunda malları, canları, bilgileri ve dilleriyle cihâd edenleri sever.

Al-i Şan Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek sözleriyle noktalayalım: “Allah Teala bir kulu sevdiği zaman Cebrail’e: “Ben filanı seviyorum onu sen de sev!” diye emreder. Cebrail onu sever ve sonra gök halkına: Allah filanı seviyor, onu siz de seviniz, diye seslenir. Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde o kimseye karşı bir sevgi uyanır…” (38)

ABDULGAFUR LEVENT 

İSLAMİ HABER “MİRAT”  -YOUTUBE- 

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞAMK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

Kaynakça:

1.Al-i İmran, Ayet 31. 2. Bakara, Ayet 195. 3. Müslim, İman 1, 5; Buhârî, İman 37. 4. Al-i İmran, Ayet 76. 5. Abdurrahman İsa, Edebü’l-Hitabeti’d-Diniyye Fî’d-Da’veti’l-İslamiyye, Halep 1400 H. Dâru’d-Da’ve Matbaası. II. Baskı. S. 400. 6. Darimi, Rikak, 16; Talâk, Ayet 2. 7. Tirmizi, Tefsîru’l-Kur’ân, 49. 8. Al-i İmran, Ayet 146. 9. İhya, IV, 63. 10. M. F. Abdülbaki, el-Muʿcem, “ṣbr” md. 11. Bakara, Ayet 155-157; Âl-i İmrân. Ayet142; Muhammed, Ayet 31. 12. Fussılet, Ayet 34-35. 13. Lokmân, Ayet 17. 14. Furkan, Ayet 20. 15. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 29. 16. Müslim, Taharet, 1; Tirmizi, Daʿavat, 85. 17. Buhârî, Zekât, 50; Riḳaḳ, 20; Müslim, Zekât, 124. 18. Müsned, V, 231, 235; Tirmizi, Daʿavât, 93. 19. Al-i İmran, Ayet 159. 20. Müsned, I, 52. 21. Tirmizi, Kıyamet, 60. 22. Bakara, Ayet 222. 23. Nur, Ayet 31. 24. Tahrim, Ayet 8. 25. Müsned, I, 289; Müslim, Tevbe, 9-11. 26. Buhari, Edeb, 18. 27. Tevbe, Ayet 108. 28. Taberi, XI, 23-26; Hüseyin Algül, “Mescid-i Dırâr”, İFAV Ans., III, 206-207. 29. Maide, Ayet 42. 30. Maide, Ayet 8. 31. Nisa, Ayet 135. 32. Nisa, Ayet 58. 33. Müslim, Hac, 390. 34. Buhârî, İlim 2, Rikak 35. 35. Saff, Ayet 4.Ankebut, Ayet 69. 37. Hac, Ayet, 78. 38. Müslim, Birr 157.

Başa dön tuşu