M. Said Çekmegil’in mücadelesi vefatının 21. yıldönümünde Başakşehir’de değerlendirildi

Aşağıda Çekmegil hakkında yapılan müzakereli oturumda, sunum yapan ve müzakerelere katılan konuşmacıların banttan çözümlenerek özetlenmiş konuşmalarını takip edebileceksiniz. Oturumu Hakan SARIHAN yönetti. “Çekmegil’in Fikri Gelişim ve Faaliyetleri, Günümüze Uzanan Misyonu” başlıklı sunumu Metin Önal MENGÜŞOĞLU gerçekleştirdi. Sunumu ve sunulan başlığı dört farklı bağlamda Adil AKKOYUNLU, Abdullah YILDIZ, Asım ÖZ ve Hamza TÜRKMEN müzakere ettiler. Müzakereden sonra da katılımcılar arasında katkı sunanlar, soru soranlar oldu. Oturumun sonunda MENGÜŞOĞLU konuyu toparlayıcı ve soruları cevaplandırıcı son ve kısa bir konuşma yaptı.

Oturum Başkanı Hakan SARIHAN toplantıyı Vel Asr sûresini okuyarak açtıktan sonra önce Gazze direnişini ve Gazze halkını selamladı ve şu açıklamayı yaptı:

HAKAN SARIHAN

Geçen ay Şeyh Said’i anmıştık. Bu ayda heyet olarak İslami direniş öncüsü ve ayrıca ıslah, ihya, inşa çabalarında bulunmaya çalışmış mütevaffa büyüklerimizden 24 Temmuz’da dünyaya gözlerini yuman ve 25 Temmuz 2004 yılında İstanbul’da defnedilen bir terzi, bir şair, bir mütefekkir ve bir münevver olan rahmetli Mehmet Sait Çekmegil’i hatırlamak ve hatırlatmak için gündemimize alıyoruz. Rahmetli Sait Çekmegil’le hayattayken görüşüp, tanışıp onun sohbetlerinden istifade edemeyen ilgililer için en azından onu tanımaları için üç önemli neşriyattan bahsedeceğiz.

Birincisi hemen kendisi vefat ettikten yaklaşık üç ay sonra neşredilen “Nida Dergisi”nin 2004 Ekim sayısı. Said Çekmegil özel sayısı bu sayıda bugün bize sunum yapacak olan Metin abimizin ve diğer abilerimizden Adil Akkoyunlu hocamızın, Abdullah Yıldız’ın ve Hamza Türkmen abimizle birlikte birçok yazar kardeşimizin yazıları var.

İkinci bir eser bugün kendisini dinleyeceğimiz Metin Önal Mengüşoğlu abimizin “Bilge Terzi Mehmet Sait Çekmegil” kitabı. Ben Mehmet Sait Çekmegil abimizle iki defa görüştüm. İki defa müşerref oldum kendisiyle. Ama gerçekten bu kitabı okuduğumda kendisini hiç tanımadığını fark ettim. Bunun için de ayrıca Metin abimize teşekkür ediyorum.

Son ve üçüncü eser Malatya Belediyesi tarafından 2016 yılında neşredilen “Eleştirel Düşüncenin Müstesna Temsilcisi Mehmet Said Çekmegil”. Yine bu kitapta da hem Metin abimizin, Asım Öz kardeşimizin ve Adil Akkoyunlu hocamızın da yazıları bulunuyor.

Bu üç eseri Said Çekmegil’le alakalı olarak ilk referanslar olarak düşünebiliriz. Ayrıca, bu çalışmalar genellikle 1960’lı yılların başında henüz rüşt yaşına adım atan onun sözlü ve yazılı uyarı ve tebliğ süreçlerine muhatap olan ortak tahkik ve ilmi düşünce çabalarıyla ıslah ve ihya arayışına yönelen salihat peşindeki mümin insanlar tarafından kaleme alınmış. Bu akşam inşallah Sebilürreşad’ın 5 Mart 1925 tarihinde kapatılmasından sonra en belirgin olarak İslami bütünlüğü nass temelli anlatmaya ve onun sosyal ve tevhidi yanını en belirgin olarak ortaya koymaya çalışan ender büyüklerimizden Mehmet Sait Çekmegil’i hep beraber ele alacağız. Onun taşıdığı perspektif yardımıyla İslami kimliğini geliştiren muhterem Metin Önal Önal Mengüşoğlu’nu Sait Çekmegil’in tarihi süreçteki İslami rolü; fikri beslenme kaynakları, gelecek nesillere taşıdığı misyonu hakkında dinlemek istiyoruz bu akşam.

Metin abimiz bizi kırmadı. Sırf bu program için Bursa’dan kalktı geldi. Ayrıca bundan dolayı özel olarak teşekkür ediyorum kendisine. Son bir cümle: Metin abimizi Said Çekmegil’in manevi oğlu olarak görüyorum. Kitabından da öyle ilham aldım diyeyim. Teşekkür ediyorum.

Metin Önal MENGÜŞOĞLU:

metinoanl.jpeg

Konu Mehmet Said Çekmegil olunca ben duygulanıyorum. Hepimiz gibi bütün Anadolu’da yaşayan insanlar gibi biz de doğuştan zaten Müslümanız. Doğuyoruz zaten Müslümanız. İman etmeden bize namaz öğretilir. Hatta namaza zorlanırız. Bazılarımız da ölene kadar iman etmenin esaslarını düşünmeden namaz kılarız bu ülkede. Üç aylar orucum tutulur, pazartesi, perşembe orucları tutulur. Onlardan biriyim ben de Anadolu’da. Ve bir tarikatın halifesi olan bir zatın da oğluyum. Orta mektep ve orta mektepten itibaren kendimi bildim bileli evimizin bir tekke olduğunu bilenler bilir.

Babam Siirtli Şeyh Alaaddin’in halifesidir. Evimizde her Perşembe akşamı adına zikir dedikleri meclisler kurulur. Bağırır çağırırlar. Çok da bilgisi olmayan insanlar. Okuma yoktur, düşünme yoktur. Tahkik ve talim yoktur. Anlamak, öğrenmek gibi bir şey yoktur. Ezberledikleri şeyleri tekrar eder dururlar. Bunları ne kadar çok fazla tekrar ederlerse o kadar çok fazla cennette daha yüksek yerlere gideceklerine inandırılmışlardır insanlar. Samimidirler. Babam da çok samimiydi. Asla sahtekar değildi. Hiç kimseyi kazıklamadı… Ama icra edilen şey, dindarlık, görülen o şekilci dindarlık beni tatmin etmiyordu. Harput kökenlli olmam itibariyle de şiir sever, türkü sever biriydim. Türkülerden şiire geçtim, şiir yazıyorum. Övünmek gibi olsun iyi de şiir okuyorum.

Bu arada okur-yazarlığı ailemin dışında ararken Yeni İstiklal, Türk Yurdu, Büyük Doğu gibi milliyetçi muhafazakar dergiler okuyorum; zaten o tarihlerde “İslami” denilemezdi. Arada İslam var. Ben de İslam’ı arıyorum. Safahat var elimde. Ondan çok şey öğreniyorum. Mehmet Akif çok çarpıcı bir biçimde çok erken yaşlarda hem şiiriyle hem de tevhid bilinciyle bilinçaltıma girmiş.

Lise birinci sınıfta bir münazara düzenlendi lisede. Ben adaleti savunanlar arasındaydım. Tarih 1963 veya 1964 muhtemelen. O tarihlerde liselerde, okullarda yapılan etkinliklere dışarıdan sivil insanlar, veliler filan da çok sıklıkla geliyor. O tarihte Tohum dergisinde adaletle ilgili bir yazı okumuştum. Oradan istifadeyle bir konuşma metni hazırlamıştım. Tabii adalet ve İslam, işte İslam demedim şüphesiz ama adalet merkezli bir hak, hukuk ve adalet merkezli bir söylemdi benimkiş,si. O sırada Mehmet Said Çekmegil ve terzihanedeki arkadaşları da meğer lisede bu münazarayı dinlemeye gelmişler. Çekmegil ya bu çocuk kim demiş bu nasıl güzel konuştu filan bunu bana bulun demiş. Yalnız Çekmegil’in ismini ben biliyorum. Çünkü Yeni İstiklal okuyorum, Büyük Doğu okuyorum. Büyük Doğu‘da şiirleri var, Yeni İstiklal‘de şiirleri var Çekmegil’in. Malatya’da yaşayıp yaşamadığı hakkında bilgim herhalde yok. Biz Diyarbakır’dan Malatya’ya göç etmişiz. Babam demiryolcu. El Aziz’de doğmuşum. Madene taşınmışız. Sonra Diyarbakır’da ilk mektebi okumuşum. Gelmişiz orta mektep ve liseyi Malatya’da okurken Malatya’nın garibiyiz. Şöyle garibiyiz. Babam demiryolcu olduğu için istasyona yakın banliyo bir mahallede oturuyoruz. Merkezde değiliz yani.

Ben bir gün bir caddeden geçerken caddede bir terzihanenin camına böyle vurdular içeriden. Baktım, beni çağırıyorlar. Koltuğumun altında da Tercüman gazetesi var. İçeri girdim, genç biri. Alaaddin Kürün. Rahmetli, Ferda Kürün’ün babası. Sen dedi işte filan gün münazaradaydın, evet. Ya dedi sen bizim dikkatimizi çektin, otur hele, çay ısmarlayalım filan. Tercüman gazetesi mi okuyorsun dediler. Yok dedim, bir makale vardı ona baktım, gazete okumam dedim. Ne okuyorsun dedi. İşte dergileri söyledim. Onlar bizde var dedi… Biz dedi haftada bir sohbetler yapıyoruz gelir misin? Nerede? Terzihane’de. Dört yolda o zaman Terzihane. Gelirim dedim. Çok sevindim hem de. Hemen ertesi gün liseye gittim, arkadaşlar birinci sınıftayım. Arkadaşlarıma dedim ki ya burada böyle böyle toplantılar varmış. Nerede? Dediler. Dedim Terzihanede. Aman dediler oraya gitme. Niye? Onlar Nurcu dediler. Daha iyi ya dedim. Hele gidek görek Nurcu nasıl? Hiçbiri gelmedi arkadaşlarımın. Yani namaz kılan arkadaşlardan söylüyorum. Biz beraber namaz kılıyoruz. Lisede mescid yok ama merdiven altı bir yer bulmuşuz. Beş altı kişi namaz kılıyoruz. Çok merak sardım. kış günü işte saat yedide dediler gel terzihaneye gittim terzihane kapalı altı buçukta gitmişim. Kış günü donuyorum. Meğer yemeğe gitmişler. Yedi oldu geldiler. Geldin mi dediler? Geldim dedim falan. Girdik sohbet başladı. Malatya Fikir Kulübü usulü sohbet. Ben de katıldım.

Konu ne? Konu millet. Millet konusunu konuşacağız. Önce bir reis seçiyoruz. Usulümüz bu. Reis seçildikten sonra kimse izin almadan konuşamıyor. Ondan izin almadan. Sonra bir konu seçiliyor. Sonra konu hakkında konuşmak için dakika teklifi yapılıyor. Herkes kaç dakika konuşacak? Çünkü on, on iki kişi var. Konu hakkında üçer dakika konuşulacak. Oylanıyor. Reisin sağından itibaren başlıyoruz sohbete. Sıra bana geldi. Çekmegil ne yapıp edip reisin solunda oturuyor genelde. Allem edip kallem edip reisi öyle seçiyorlar ki en sona yakın konuşmacılardan biri olsun. Böyle bir manevra var. Her zaman değil ama var. Sıra bana geldi yurttaşlık bilgisinden öğrendiğim milleti tarif ettim. Din, dil, ırk, tarih, cins, ırk olan kimselere millet denir falan. Sıra Çekmegil’e geldi. Çekmegil benim bu söylemimi damadı Erdem Şentürk söylemiş gibi Erdem kardeşimiz milleti böyle tarif etti. Bu işte Durkheim’ın tarifidir. Batılların tarifidir. Kafirlerin tarifidir. Oysa bizim tarifimizde iki millet vardır. İslam milleti, küfür milleti. Elmalı Hamdi Yazır merhumun tefsirinden nakiller yapılıyor. Orada şafak attı bende.

İkinci tura geçiliyor, ikinci turda ben hemen üstüme aldım. Dedim ki o tarifi ben yapmıştım dedim. Bu sizin yaptığınız tarif üzerine düşüneceğim dedim. Kardeşlerim o gün bugün düşünüyorum. Malatya Fikir Kulübü’nün bir usulü vardı. Usulün altıncı yedinci maddesi doğru düşünmenin metotlarını öğrenmek şeklinde kaydedilmişti. Malatya Fikir Kulübü’nde mesele usulü doğru tespit etmek idi. Şimdi Malatya Fikir Kulübü nedir?

Sokrat sizce nedir? Atina’da adamın biri. Gençleri topluyor başına, ayartıyor. Değil mi? Gençleri mevcut itikattan, mevcut anlayıştan, mevcut kültürel zeminden uzaklaştırıyor. Başka bir yere davet ediyor. O dönemler Sokrat neyse Çekmegil o idi benim için biliyor musunuz? Benim bakımından ve sizi temin ederim ki Türkiye’de onun yaşadığı tarih bakımından bir benzeri olmayan bir biçimde yaptığı iş Sokrat’ın Atina’da yaptığı iş gibiydi. Sokrat’ın eseri öğrencileridir. Yani Aristotales’dir, Platon’dur filan. Onun öğrencileri de Ömer Hotar’dır baktığınız zaman. Hüseyin Abacı’dır. Hüseyin Karatay’dır. Sait Ertürk’tür.

cekmegil-arka1.jpeg

Sait Ertürk, klasik bir Molla’dır. Tamam, Molla tahsili yapmıştır. Ama Malatya Fikir Kulübü’nde diyalektiği temin ettikten sonra ikinci Sait olmuştur. Yoksa başlangıçta klasik bir Arabi tahsili yapmış, biraz da mağduriyeti olan son derece değerli bir hocamız idi. Ama Malatya Fikir Kulübü’nün bir süre sonra ilim insanı oldu. Malatya Fikir Kulübü dikkatinizi çekerim. Bir fikir kulübüdür. Bir ilim meclisi değildir. Hiçbir zaman, Çekmegil’in daima söylediği söz şudur. Benim ilmim yok. Ben düşünce adamıyım. Düşünce adamı ilim insanlarına ipuçları verir. Malatya Fikir Kulübü’nün esprisi budur.

Mektep dediğiniz şey nedir ki? Bir resmi yasal resmi mektepler vardır. Bir de gayri resmi mektepler vardır. Bizim Malatya’da devam ettiğimiz Malatya Fikir Kulübü’nün bir benzeri Türkiye’nin başka hiçbir şehrinde tevhidi, hüsnü zanlı, tenkidin ibadet olduğunu ve düşünmenin öne alınması lazım geldiğini, imanın amelden önce mutlaka tahsil edilmesi lazım geldiğini, imanın bir ibadet olduğunu, düşünmenin ibadeti olduğunu öğreten bir fikir mektebiydi. Yanlış anlaşılmasın. Bir takım ilim meclisleri var, ilim mahfilleri var. Toplanır Arapça okurlar, Farsça okurlar, ilmi tahsil ederler, tefsir okurlar, hadis okurlar, tarih okurlar.

Şimdi gelelim kök meselesine. Malum Osmanlı 1912 Balkan Harbi’nde siyaseten Anadolu coğrafyasına sıkıştıktan sonra ve yeni rejimin darbelerini yiye yiye Anadolu insanı Malik bin Nebi’nin tanımıyla Müslümanlar üzerine sinmiş, yapışmış bulunan sömürülebilirlik vasfını üzerlerinden atmadan kurtulamazlardı. Biz gözümüzü açtığımızda Müslümanların üzerinde bir sömürülebilirlik vasfı vardı, bir ödleklik, bir korkaklık, bir çekingenlik vardı, üzerimize yapışmıştı, korkutulmuştuk, köşeye kıstırılmıştık. Bütün Müslüman dünya Osmanlı çöküşü sonrası benzer hadiseyi yaşıyordu. Bugün kardeşimiz bahsetti Gazze’de hala el an şu anda dahi bebekler ölüyor. Bu katliam devam ediyor ve biz sadece televizyondan seyrediyoruz. Ah vah diyoruz. Başka da yapacağın bir şey yok. Bir de Coca-Cola içmiyoruz. Başka yani benim yaptığım başka bir şey yok. Coca-Cola içmiyorum. İlelebet içmiyorum.

Bütün Müslüman toplum attan düştükten sonra, birdenbire silkiniyor, kendine geliyor ve uyanmaya başlıyorlar. Düşmeden önce uyuyorlardı. Uyuyordu. Ne zamana kadar? Aliya İzzet Begoviç’in ifadesiyle 700 yıl önceden bu yana. Diyordu ki Aliya İzzet Begoviç, Resulullah kendisine tebliğ gelinceye kadar, 40 yaşına kadar Müşrik toplum içinde bunaldığında bir mağaraya sığınır, 3-5 günlük birkaç gün geçinecek kadar yiyecek su alır yanına, arınır, toplumun içine dönerdi. Ama sıklıkla bunu yapardı. Hep mağaraya gider gelir, gider gelirdi. Mağaraya gidip geldiği dönemlerde muteber bir insandı. Kendisine emin demişlerdi, güvenilir demişlerdi, saygın biri olarak itibar ediyorlardı. Ama mağarada günün birinde mesaj geldi, o çıktı dışarıya, işte üstüne örtüler, örtüler, kalktı uyandı, kalk ve uyar denildi. Uyarmaya başladıktan sonra diyor Ali İzzet Begoviç, asla bir daha mağaraya dönmedi. Daima sahada, sokakta, o muteber insan gitti, o emin insan gitti, kendisine zulmedilen, işkence edilen, ambargo uygulanan bir insan geldi. Buna rağmen sahayı, sokağı, alanı terk etmedi. Mağaraya sığınmadı. Asla. Ama Müslüman dünya 700 yıldır bir mağara uykusunda uyumaktadır. Uyumaktaydı.

Ama eşekten düştü, attan düştü. Müslüman dünya Osmanlı 1912’de bütün o toprakları kaybedince Osmanlı deyip duruyorum. Osmanlı bir Balkan devletiydi. Osmanlı ana yurdunu kaybetti. Osmanlı bütün yatırımı batıda ve Balkanlar’da. Osmanlı’nın Anadolu’da neyi var hiçbir şey yok. Bütün yatırımı ve tamamını kaybetti Osmanlı. Bütün malını mülkünü kaybetti. Toplumunu, halkını bıraktı gitti. Onun için Osmanlı Osmanlı deyip duruyorum. Yani attan düşmesinin sebebi bu. Düşünce bir bir uyanış başladı. İşte Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, andığımız Seyyid Kutuplar ve Allah rahmet etsin hepsine bir uyanış hamlesi.

Mehmet Sait Çekmegil’in uyanış sürecindeki kökünü arıyorsak eğer, bu ıslah öncülerinin aktarılan birikiminde bir iz bulabiliriz. Nedir o iz? Onlardan biri de İsmail Hatip Erzen’dir. Ezher’de okumuş. Muhammed Abduh ekolünün Reşit Rıza ekolünün ruhunu almış. Malatya’ya getirmiş. Şekilci dindarlık yerine ahlaki bir dindarlığı bizzat yaşamış. Türkiye’deki İslami uyanışta İsmail Hatip Erzen’in Malatya’ya ektiği o Ezher’den aldığı tohumun büyük rolü var.

Said Çekmegil’in halasının oğlu olan Bekir Hoca’nın (Bekir Keşşafoğlu) da çok ciddi rolü var. Çünkü o Osmanlı-Rus Harbi’nde Rusya’ya esir düşmüş. Rusya’da Carullah’ın, Abdüreşit İbrahim’in işte Rızaettin Fahreddin’in öğrencileriyle hapis yatmış. Babası Malatya’da bir tarikat şeyhi. Malatya’ya dönüp geldiğinde yapacak bir işi yok. Ezher, mezunlarına devlet iş vermiyor, hükümet binasının önüne bir tane daktilo atmış, arzu halcilik yapmaya başlamış ama münevver biri olduğu için CHP milletvekillerinin de katıldığı Malatya’da bir kültür derneği kurmuş. Malatya Kültür Derneği. Mehmet Sait Çekmegil on sekiz yaşında, o kültür derneğine gidip gelmeye başlamış. O kültür derneğinde her fikir özgür biçimde tartışılmaya başlanmış. Tarih Ne zaman? 1950’den önce. Mehmet Doğan’ın “1932 Dini İnkılap Yılı” kitabını okuyanlar bilirler. 1932 Dini İnkılap Yılında ezanlar Türkçe okunuyordu. Anadolu türkülerini bile devlet radyolarında çalmak yasaktı… Lozan’dan dönen İsmet Paşa’nın yanındaki milletvekilinin kulağına üflediğini hatırlarsak.. Oysa şimdi Cumhurbaşkanı Lozan’ı savunuyor. Bahçeli de Lozan’ı savunuyor bu hafta özellikle. Lozan bizim işte filandır diyorlar ya.

İnönü ne demişti Lozan için? “Dini verdik, devleti kurtardık.” Dini verdik, devleti kurtardık. O kurtardıkları devlet şu anda üzerinde olduğumuz devlet. İşte Devlet Bahçeli’nin de Cumhurbaşkanı’nın da savunmaya kalkıştıkları Lozan’dır, o Lozan yani. Dini verip devleti kurtardıkları Lozan. Başka bir Lozan yok.

Keşşaf Hoca’nın oğlu Bekir Hoca’nın direniş ve ıslah öncülerinden aldığı nüveyle arzuhalcilik yaparken Malatya’da Malatya Kültür Derneği’ni kuruyor. Mehmet Sait Çekmegil’in de halasının oğlunun kurduğu bu derneğe sıklıkla gidip gelmesi başlıyor. Ancak, kendinde fazla bir malzeme yok. İlkokul mezunu bir terzi. Dehşetli bir hafıza var. Olağanüstü bir espri gücü var. Son derece sağlam bir itikadı var, imanı var. Tevhidi zedeleyecek en ufak bir şeyden son derece kaçan ve hayatında saniyesi bile malayani olmayan bir adam. Şaşkınlıkla onun yanında bulunurduk. Kurtulmak isterdik zaman zaman, artık usanırdık, bıkardık. Fikir, fikir, fikir, yeni fikirler, yeni düşünceler, hep üretim, hep yaratış, hep ortaya yeni bir şey koyuş, ya bitirse de kaçsak filan, elinden kurtulmak mümkün değildi. Bütün zamanını bu anlamda bir üretime hasreden bir insandı.

Tahmin ediyorum evinde de öyleydi. Hayatının bütün safhalarında böyleydi. Dolayısıyla Mehmet Said Çekmegil’in de son derece üstün bir hafızası, yüksek bir espri gücü olduğu için işte Malatya Kültür Derneği kapanınca Malatya Fikir Kulübü resmen açılıyor.

Malatya’da 1952’de Ahmet Emin Yalman’ın vurulma hadisesi var. Gençler, Ahmet Emin Yalman’ı vuruyorlar. Hüseyin Üzmez ve arkadaşları. Mehmet Said Çekmegil’in kalfası rahmetli Fevzi Özer de var. Sebebi ne? Sebebi Vatan Gazetesi’nde İslam düşmanlığı yapılıyor. Mason bir adam Ahmet Emin Yalman. Menderes, Malatya’ya gelmiş. Menderes’le birlikte gazeteci olarak o da gelmiş. İşte on on iki tane genç plan yapıp onu vuruyorlar, yaralanıyor, yakalanıyorlar. Arapça bir takım mektuplar uyduruyor hükümet, devlet, Arapça bir takım mektuplarla bunları örgüte, İslamcı bir örgüt kapsamına sokuyorlar. Mehmet Said Çekmegil’i hesaba çekiyorlar. Necip Fazıl’ı içeri alıyorlar. Osman Yüksel Serdengeçti’yi içeri alıyorlar. Niye? Eee siz yazılar yazdınız, bu gençleri tahrik ettiniz. Onlar da içeri alınıyor. Malatya’da bu hadise aslında Malatya Kültür Derneği’nin, Malatya Fikir Kulübü’nün başlattığı fikriyata sekte vurmuştur; benim kişisel kanaatim engel olmuştur.

Devlet, Malatya üzerinde müteyakkız olmaya başlamıştır ve Malatya’yı pilot bölge seçerek Malatya’daki hareketlenmeleri ta Hamido rahmetli bomba gönderilip öldürülünceye kadar devam etmiştir. Hatta işte başka bir İsmail Özer kardeşimizi intihar dedikleri ölümüne neden oluyorlardır. Malatya hadiseleri bir tane değil. 1952’den sonra bir pilot bölge olarak seçilmiştir. Temelinde Malatya’da benim şahsi kanaatim işte Malatya Kültür Derneği ve sonrasında Malatya Fikir Kulübü’nün etrafa yaydığı ışıktır. Tabii bizim zamanımızda artık biraz şerbestleşmişti insanlar; ama çok ciddi bir direniş vardı, direnç vardı bize karşı. Biz diye devam ediyorum çünkü hep oradayım. Oğlu dedi ya, manevi oğlu dedi ya, bacım da burada, öyle görüyorum yanlış görmüyorsam. Küçük abisiyim ben onun. Dolayısıyla böyle devam ettik, o bakımdan hep biz demeye devam ediyorum.

Vahabi damgası yedik önce. İşte Vahabi denilen Suudi Arabistan’ın o yani mezhep merkezli dindarlığına en şiddetle muhalif olan bizleriz aslında. Ama benzeyen yönümüz şu. Yani gidip mezarlardan istimdat etmeyin diyoruz. Araplar da öyle diyor. Hah. Onlar da böyle dediğine göre bunlar da Vahabi filan dendi. Yani böyle Vahabi olduk. Sonra mezhepsiz olduk. Sonra Sünnet düşmanı, sonra hadis düşmanı filan. Ama bunlar dikkat ediyor musunuz? Çok fazla tutmuyor. Şimdi çok marjinal bir takım kesimlerde kaldı. Çok fazla tutmuyor. Yani eğer ağırlıklı bir biçimde sağlam bir fikriyatın üzerine sağlam bir iman, sağlam bir ilim oturtursanız onu ezip geçemez cehalet. Cehaletin baş edemediği şey ilimdir. İlim gelirse cehalet gider, ilim yoksa cehalet yayılır. Fikir varsa, üretim varsa, yaratış varsa, yeniden uyanış varsa, hayat sürekli deviniyor, sürekli değişiyor. Bu değişimin nabzını tutup kendini değiştiriyorsa insanlar, Müslümanlar bu değişim yaşanıyor ve değişimin yaşanması lazım geldiğine inanmışlarsa önünde duramaz cehalet.

Cehalet, en fazla ilmin düşmanıdır. Böyle salvolar bazen Necip Fazıl’ın ağzıyla oldu. Bazen evham biçiminde Sezai Karakoç’un ağzıyla oldu. Kadir Mısıroğlu’nun ağzıyla oldu. Abdurrahim Zapsu’un bir kitabı var, “İslam Tarihi”. O kitabında Mehmet Sait Çekmegil’den bahis var. Genç o zaman Mehmet Sait Çekmegil, kitaplar yazıyor, o kitaplarını öven bölümler var filan. Kitabın yeni baskısını Sebil Yayınları yapmış. Yeni baskısında Sait Çekmegil’le alakalı bölüm yok. Mezhepsiz, Vahhabi, Sünnet düşmanının dışında bile yok sayma var. Yok. Halbuki var. Abdurrahim Zapsu’nun kitabında, orijinalinde var. Said abi Zapsu’yu aradı. Ben şahidim. Sait abi dedi ki sen mi dedin babamın kitabından bu bölümü çıkarın; o, o zaman Fransa’da ya da yurt dışındaydı. Yok dedi benim haberim bile yok dedi basıldığından. Falan. Kalktı geldik İstanbul’a Sait Çekmegil, gittik Kadir Mısıroğlu’na. Selamun aleyküm, aleyküm selam… Laf arasında Sait abi dedi ki böyle böyle bir kitap basmışsın sen dedi, bastık dedi o kitabı. O kitapta dedi benimle ilgili bölümler vardı dedi. Şimdi yok dedi filan. Nasıl olur dedi Kadir Mısıroğlu. Yok filan. Çağırdı içeriden birini. Gel dedi bunu dedi sen mi çıkardın dedi. O dedi ki abi sen dedin ya çıkartın diye. Hala bugün Müslümanlar bu dedikoduyla devam ediyor. Benimki de dedikodu. Benimki de dedikodu ama burada başka bir şey var. Bu bambaşka şeye mani olmak için hakkı teslim etmek gerekiyor. Mehmet Sait Çekmegil’in içinde benim de bulunduğum açtığı cereyan sivil bir mektepti. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki Malatya sivil bir ekoldü. Malatya Ekolü. Sivil bir mektepti. İnsan yetiştirmiştir. Sayabilirim birçok insan o bakımdan bu ve benzeri mektepler tabiî hocalarıyla kaimdirler hocaları göçüp gittikten sonra öğrencileri, ve onlar hala hocalarının durduğu yerde durmamalı mirası geliştirmeli…

Mehmet Sait Çekmegil 50’li yılların 60’lı yılların fikri ve kültürel vasatı içerisinde konuşan biridir. Bir, yabancı dil bilmediği için ikinci ve üçüncü dereceden kaynaklar kullanmak zorunda kalmıştır. Zaman zaman gazeteler bile onun kaynağı olmak zorunda kalmıştır. Oradan baktığınız zaman bugün ilim mahfilleri dönüp kaynakların zayıf olduğunu söyleyebilir, haklıdırlar. Ama geriye dönük aynı tarihlere gidin, aynı tarihlerde yazılmış aynı seviyedeki kitaplara bakın. Söz gelimi Necip Fazıl’ın hadis kullanımına bakın isterseniz. Söz gelimi Necip Fazıl’ın “Çöle İnen Nur”una bakın isterseniz. Onların ne kadar kaynaklı olduğuna bakın isterseniz. Mukayeseyi böyle yapın. Dolayısıyla elbette ki bunu biz de biliyoruz. Hala biz bugün yine dil öğrenmeden ikinci, üçüncü kaynaklara müracaat ediyorsak bu bizim eksiğimizdir, onun eksiği değil. Çünkü o dönemde böyle bir imkanı yoktu Müslümanların.

Malatya Fikir Kulübü nerede faaliyet gösteriyordu? Mehmet Sait Çekmegil’in terzihanesinde. Terzihaneler o tarihlerde çok aktif. Konfeksiyon diye bir şey yok hayatımızda. Herkes elbiselerini terzihanelerde diktiriyor. Buna muhtaç, buna mecbur. Dolayısıyla gece birlere, ikilere kadar çalışıyor terzihaneler. Bayramlara yakın çok daha fazla sabahlıyorlar bazen. Milletin kostümünü kavuşturabilsinler diye. Çekmegil Terzahanesi üstelik Turgut Özal’a, Necmettin Erbakan’a, Necip Fazıl’a, Süleyman Demirel’e kostüm diken bir terzihane. Yani bir tane de değil, üç tane, dört tane diktiriyorlar. Öyle bir terzahane harıl harıl çalışıyor. Arkada bir oda var. Fikir Kulübü orası. Tamam. Fikir Kulübü orada faaliyetteyken Müslümanlar Allah rızası için orada başka türlü bir Müslümanlık yapılıyor diye polise şikayet ediyorlar. Terzihane basılıyor. Alınıyor götürülüyoruz. Malatya’da tek karakol hükümet binasının bodrumunda bir yer. Orada bekliyoruz. Babam telaşa düşüyor. Biraz ahbaplığı var, hakimleri tanıyor falan. Babamın tanıdığı şeyhin birinin oğlu Malatya’da hakim. Neyse onu görünce geliyor bir komiser beni çağırıyor. 10-12 kişiyiz biz. İçimizde Ticaret Bankası’nın müdürü var. Havacı as subaylar var. İmamlar var. Namaz kıldırma memurları.

İşte Said abi ve en gençleri ben. Bir başkomiser geldi. Orada ne yapıyordunuz? Dedi ki, din ve iman konuşuyorduk. Komiser durdu, durdu, durdu ve oğlum, bunu yapıyorsunuz. Müftüyü neden çağırıyorsunuz? Dedi ki, din konuşuyoruz, müftüyü çağıracağız. Dedi ki, o sizi ihbar ediyor. Bizi ve sizi uğraştırıyor. Dönemin fotoğrafını verebilmek için bu hadiseler önemli. Zaman zaman Necmettin Erbakan’ın bakanları uğruyor. Malatya’ya Çekmeğile uğrayınca o diyor ki akşama sohbetimiz var sen de katıl. E sohbetin bir usulü var. Usulde çocuklar var, gençler var, işte yaşlılar var. Adam bakan. Yani geliyor başköşeye oturmak istiyor. Resulullah gibi boş köşeye oturacak değil ya adam. Neyse oturtuyoruz baş köşeye. Ama herkes 3 dakika konuşuyorsa o da 3 dakika konuşacak. O lafı aldı mı uzatıyor. Reis hemen susturuyor. Reis de Bayram Karaçor, o zaman daha gencecik bir çocuk; Ticaret Lisesi’nde. Sus diyor filan. Söz almadan konuşma. Adam bakan. Dolayısıyla usul öğrendik. Usul sahih olmazsa, vüsul asla sahih olmaz. Asla vasıl olamayız hak ve hakikate. Usul hayati. Zaten başka bir iddiası yok ki Malatya Kültür Derneği’nin, Malatya Fikir Kulübü’nün. Ya orası bir ilim meclisi değil, ulemanın toplandığı bir meclis değil. Kaldı ki içimize alimler de katıldı. İşte Said Ertürk merhum üstadı saydım. Üzerimizde çok hakkı var. Rabbim rahmet etsin. Bahattin Bilhan diye bir hocamız vardı. Son derece halimselim bir üstattı. O da rahmetli oldu. Onlar da katıldılar. Ama tabii esprisi o değil. Esprisi, Çekmegil’in bize doğru düşünmenin metotlarını öğreten usûlü idi.

Bülent Ecevit geldi. Malatya’ya miting yapacak. Yazdım kitabımda. Okumuş olanlar belki bilir. Kayınpederi Rahşan’ın babası bir iktisat profesörü imiş. İsmini unuttum. Hatırlayanlar belki üç isimli bir adamdı. “İktisat Anlayışımız” adı kitabını okumuş Said Çekmegil’in. Bülent Ecevit de Malatya’ya mitinge gelirken demiş ki evladım mitinge gideceksin orada bir adam var iktisat kitabını okudum çok kıymetli git tanış. Bülent Ecevit de geliyor Malatya’ya CHP’li tabi onlara diyor ki burada böyle biri varmış onlara diyor aman efendim o Nurcu falan. Ya olsun diyor ben kayınpederimin selamını getirdim diyor.

Çekmegil’in nelere nasıl etki ettiğini göstermesi bakımından olağanüstü yaşanmış bir olaydır bu. Bülent Ecevit kalkıp geliyor tabi mecburen CHP’nin ileri gelenleri de ilk defa Çekmegil dükkanına giriyorlar. Sığdığı kadar. Bülent Ecevit, kayınpederinin selamını söylüyor ve tanışıyorlar. Çekmegil başlıyor sosyalistlerin, kapitalistlerin yöntem zaaflarına. Ecevit, sonuna kadar ağzı açık dinliyor. Yaklaşık yarım saat. Çekmegil ona güzel bir diskur çekiyor. İzin istiyor Bülent Ecevit, kalkıp gidiyor. Malatya’daki miting bitmiş zaten. Adana’ya gidiyor, Adana’da miting devam edecek. Bülent Ecevit’in sloganı şu. “Ortanın solu Muhammed’in yolu”. İsmet Paşa, Bülent Ecevit’i göndermiş, bütün Akdeniz’de mitingler yapmaya. Malatya’dan başlıyor, Antep, Akdeniz… Adana’daki konuşmasından ilk bu ifadeyi İsmet İnönü gazetelerden okuyunca öfkeleniyor, çağırıyor bakanlıktan indiriyor. Bülent Ecevit’i görevden alıyor. “Ortanın Solu Muhammed’in yolu” demişti çünkü. O günkü gazetelere ulaşanlar rahatlıkla görürler bunu. Ecevit, “Ortanın Solu Muhammed’in Yolu” niye dedi biliyor musunuz? Mehmet Said Çekmegil’in etkisinde kaldığı için. Büyüleyici bir etkisi vardı. İnsana yapıştı mı asla bırakmazdı. Ama nasıl oluyorduysa yani sanki hep isabet ediyordu. Hep onun dediği doğru oluyordu. Niye biliyor musunuz? Kaynağı sağlamdı. Elmalı Hamdi Yazır’ı yutmuştu. Elmalı Hamdi Yazır’ın o kavramlar, o birinci ciltteki kavramları var ya, tamamını yutmuştu. Tabii sadece onu değil yani, yığınla. Onun kütüphanesinden hangi kitabı indirirseniz indirin, o kitabın didik didik edilmiş olduğunu, tahrip edilircesine okunduğunu, kenarına şerhler düşüldüğünü, tartışıldığını görürsünüz. Hangi kitabı açarsanız açın…

Ben artık üniversiteli oldum, büyüdüm, üniversiteye geldim. İstanbul’da kültür muhitindeyim. Daha çok kitap ve dergi okuyorum. Onlar koltuğumun altında her ay da Malatya’ya gidiyorum. Okul devam mecburiyeti olmayan bir okuldu. Bu İstanbul Hukuk Fakültesi. Bir de 9 sene sürekli okuduğum için her ay da gidiyordum Malatya’ya. Koltuğumda kitaplar ve dergilerle gidiyordum ki Çekmeğil’e “senden daha çok okudum” diyemem bunu ama görsün diye kollarım yeni çıkan kitap ve dergilerle dolu. Çok tatlı karşılıyordu, çok seviyordu beni. Kitapları da, dergileri de böyle koyuyordum gösterircesine. Sonra bir bakıyordum ki masasında yığınla dergi ve kitap var. Şimdi o böyle biraz dışarı çıkınca kitapları şöyle açıyordum, aa hepsini okumuş. Diyemiyordum ben senden daha çok okudum diye. Böyle de okuyan biriydi. Dolayısıyla Malatya Fikir Kulübü sahici ve sivil bir mektepti. O mektepten birçok öğrenci mezun oldu.

Ben kime daha ağır konuşarak eleştirel davranmışımdır diye düşündüğümde hatırıma hep o gelir. O diyordu ki kapitalistler bize komünistlerden daha yakın. Hayır diyordum ben. Komünistler kapitalistlerden daha yakın. Bunu tartışıyordum. Hikmet Bey’le de en çok şeyi tartışırlardı. İşte vahiy metluv, vahiy gayrimetluv… Ama bur arada ben son derece şiddetle öyle bir kızdırmışım ki onu, bir başka kalfasının terzi dükkanında konuşuyoruz, Ben iddia ediyorum ki komünistler bize daha yakın, yani tanrısızlar hatta ateistler. Çünkü onlar muhatap alabiliyorsunuz. Hani hoca sormuş, hiçbiriniz önceden çalıştı mı diye. Bir tanesi demiş ki ben biraz çalıştım. öbürü ben hiç çalışmadım demiş. Biraz çalıştım diyene demiş sen on lira vereceksin. Hiç çalışmadım diyene beş lira vereceksin. Olur mu hocam demiş ben biraz çalıştım. E demiş senin önce o çalıştığını unutturacağım. Sonra sıfırdan başlayacaksın. Durum bu. Dolayısıyla şiddetle ben ateistlerin işte komünistlerin veya o tarihlerde çünkü benim komünist arkadaşlarım vardı. Deniz Gezmiş benim hukuktan arkadaşımdı. Yani aynı okuldaydık. Sonradan ODTÜ’ye gitti. Mahir Çayan, Sinan Cengil benim bizim neslimiz. 68 kuşağı. Onlarla bilişirdik, tanışırdık. İsmet Özel sosyalistken arkadaşımızdı. Şimdi değil. Yani başkalarının arkadaşı oldu… Dolayısıyla böyle bir hukukumuz vardı. Oradan hareketle ben hani sosyalistlerimize daha muhatap olabileceklerini düşünüyordum. Şimdi Çekmegil tabii savunuyor ama elinde bir terzi cetveli var böyle bir yan cetvel vardır. O cetveli de hafif hafif böyle masaya vuruyor. Ben buradayım o burada. Masaya vuruyor. Öyle bir hızlı vurdu ki aslında masaya vurmadı. Kafama vurdu ama masaya vurdu. Cetvel kırıldı. Cetvel de Erdem abinin cetveliydi. Onun da malı çok kıymetlidir. Erdem abi ne yaptı bilmiyorum. Yeni cetvel almıştır muhakkak. Diyeceğim o ki biz üstadımızı ben üstad bildiğim bu zatı ömrümde o yaşlarda en şiddetle eleştirdiğim kişiydi. Böyle de bir müsamahası vardı. Zaten Malatya Fikir Kulübü’nün usûlünde herkes eşittir. Yani ortalama, herkes 3 dakika konuşacaksa 3 dakika konuşurdu. Sadece sözü olana ilave söz verilebilirdi, o ayrı. Benim sözüm var, artık söyleyeceklerim var. 10 dakika daha zaman verebilirsiniz. Böyle bir disipline soktu bizi, bir düşünce disiplinine.

Ben “Düşünmek Farzdır” kitabımı, Allah razı olsun Ekin Yayınlar da yayınlamıştı kitabımı. Niçin yazdım? Çünkü başladığım tarihte Malatya Fikir Kulübü’nün o “İyi Niyet Anlayışımız” adlı kitabının arkasında Çekmegil’in bu Malatya Fikir Kulübü’nün tüzüğü vardır. O tüzüğün maddelerinden biri doğru düşünmenin metotlarını öğrenmek için bu usulle devam ediyoruz deniliyordu. Eğer insan düşünmeyi bilmiyor ise sizi temin ederim ki Kur’an’ın dediği gibi “Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar” seviyesindedirler. Eğer insan düşünmüyorsa, düşünceyi bilmiyorsa, düşünme o kadar aziz bir şeydir ki, Kadı Abdul Cebbar diyor ki, azizim esasen düşünme, düşünce yanılmaz. Düşünmenin, düşüncenin yanılması, herhangi bir sebep vesaikle/belgelerle sekteye uğraması sonucudur. Kendimde şöyle örnekleyebilirim.

Yaz günü pencerem açık. Biraz hava gelsin derken masamda çalışıyorum. Bir hususa yoğunlaşmışım. Üzerinde düşünüyorum. Bir formül var. Bir sosyal proplem. Çözmeye çalışıyorum. Kaynaklara müracaat ediyorum. Üzerinde uğraşırken dışarıdan bir nida geliyor. “Sinemde bir tutuşmuş yanmış ocağı olaydı. / Zülfün karanlığında bezme çarağı olaydı. / Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş. / Tek zülfünü göreydim, bahtım siyah olaydı.” Aman yarabbim. Daha ben durur muyum? Hemen pencereden yana dönerim, onu dinlemeye dalarım. Dinlerim, o melodi biter, geri gelirim. Yanılma ihtimalin yani yüzde ellinin üstüne çıkar. Düşünce gitmiştir. Bir duygu öne geçmiştir. Bizim Müslüman toplumların en büyük arızamız duygusal birer toplum olmamızdır. Duygusal birer toplumuzdur ki 6 Şubat depremlerinde yani dünyada hiçbir toplumun yapmadığını yaptık. Batıdan tırlarla doğuya o 11 ile yardıma koştuk. Koşuldu. Yani hakikaten gönülden koşuldu. Dünyada hiçbir toplumda zannetmiyorum ki toplumsal anlamda, maşeri anlamda böyle bir ayaklanma olsun. Fakat ben düşündüm ve yazdım hatta. Evler yıkıldı. Niye yıkıldı? çürük olduğu için. Eksik ve yanlış yapıldığı için. Peki kim yaptı? Müteahhitler. Çoğu namazlı niyazlı. Yani oraya koşanların babaları dedeleri. Müteahhitler de bizdik. Biz yaptık. Koşan da biziz. Çünkü duygusal toplumuz. Onun için düşünmeyi lokomotif yapmayan toplumlar çabuk çözülür.

Bu anlamda Malatya Fikir Kulübü’nün bize aşıladığı şey düşünmeyi öğrenmektir. Yani biraz daha böyle özetleyerek geçeyim benim öğrendiğimi. Abbasiler döneminde şair Ferazdak sokakta bir şey yiyerek dolaşıyormuş. Harun Reşid’in hükümdar olduğu dönemse herhalde Kadı Efendi sokakta Şairin bir şey yiyerek dolaştığını görünce hemen yakasına yapışıyor. Mahalle baskısı o tarihlerde. Sen diyor utanmıyor musun sokakta insanların olduğu bir yerde böyle aleni biçimde bir şeyler yiyip dolaşmaya… O nimete kavuşan var kavuşmayan var aç olan var filan… Şair sakin, diyor ki hoca efendi sen diyor, ineklerin bulunduğu bir toplulukta bir şey yemekten utanır mısın? Ne alaka diyor, ineklerin bulunduğu. E.. Kadı Efendi diyor, sen geçen hafta cuma günü vaaz ederken, vaazında dedin ki, Resulullah buyurmuş ki, her kim dilini burnuna değdirirse o cennetliktir. Ben hemen ayağa kalktım, sana tam itiraz edecektim. Bir de ne göreyim, cemaat elini ağzının önüne siper etmiş, dilini uzatıp burnuna değdirmeye çalışıyor. Dilini burnuna değdirmeye çalışan bir hayvan var. İnek, onun dili çok uzun. Bilmem anlatabiliyor muyum? Düşünmeyen bir toplum, duygu toplumu iflah olmaz.

Düşünceyi öne almak için Malatya Fikir Kulübü ve Mehmet Said Çekmegil bütün ömrünü harcadı. Düşünmek. Bakın ilim demiyorum. İlim sonra başlar. İlime düşünerek varılır. İnsan evvela düşünüyorsa insandır. Düşünmüyorsa düşünmediği an miktarınca insan değildir. Dolayısıyla, şimdi yukarıda Allah var diyen bizim toplum düşünüyor mu gerçekten? Yukarıda Allah var mı? Yukarı diye bir yer var mı? Var. Şamanizmde var. Şamanizmde Gök Tanrı diye biri var. O işte gidiyor, Bilge Kağan Gök Tanrı ile görüşüyor, toplumuna Tanrı’dan haber getiriyor. Var. Ama bizde Allah bize şah damarımızdan daha yakın, dilerse kalbimizle kendimizin arasına girer, nasıl oluyor yukarıya gönderdi. Yani dolayısıyla bu duygu toplumu olmaktan sıyrılmadıkça olmaz. Duygusuz bir toplum olalım demek değil bu. Duygularımızı düşüncemizin arkasından getirelim. Başka hiçbir şey tohum ekmemiş olsa dahi Malatya Fikir Kulübü ve Mehmet Said Çekmegil’in bütün eserleri açın yani “Tenkitlerde Metot” eserini açın.

“Tenkitlerde Metot”’un usul noktasında da bize öğrettiği bir şeyi söyleyeyim. İstanbul’a geldim. Hüseyin İlmi Işık ve avanesi hakikati ucuzlatmışlar. Hakikat diye bir gazete çıkarıyorlar, ucuz da satıyorlar. Ben de tabii Hüseyin İlmi Işık muhitine filan çok kızıyorum. Said abinin yanına gittim Hüseyin Himi Işık’ı ağzıma aldım adını hakaretler edecekken, sen dedi şu “Tam İlmihal”in yazarı Hüseyin Hilmi Işık kardeşimizden mi bahsediyorsun dedi. Şimdi kardeşimiz deyince ona bile kardeşimiz deyince ben durdum. Bı iyi bir dersti. Yani hüsnü zan müessesesini ve ikaz müessesesini Müslümanlar ellerinden bıraktıkları günden bugüne iflah olmadılar. Bu anlamda hüsnü zan noktasında da öğrettiği çok şey vardı. Birdenbire Hüseyin Hilmi Işık kardeşimiz dedi. Yahu kardeşimiz mi acaba kardeşimiz yani başka ne diyebilirdik bilmiyorum. Yani ağır konuşmamam için, aşırı gitmemek için, aşırı bir dil kullanmamam için hemen önümü aldı. Yoksa Hüseyin Hilmi Işık’a belki benden daha keskin eleştirileri var. Ben biliyorum yazdı da. Ama mesele şu: Hüseyin Hilmi Işık yanımızda değil. Adam hakkında konuşuyorum, gitmişim, gevezelik ediyorum, Said Çekmegil’e onu şikayet edeceğim. Hatta hakaretamiz ifadeler kullanacakken önümü kesti. Bu bize bir usul verdi. Biz de inşallah vüsule varırız diye ümit ediyorum.

Benim kanaatim o ki Sokrat’ın Atina’da açtığı mektep sivil mektep ne icra ediyor idiyse Mehmet Sait Çekmegil’in sürdürdüğü Malatya Fikir Kulübü aynı işi Malatya’da bir mektep olarak sürdürüyor idi. O mektebin en genç ve en zayıf öğrencilerinden biriyim ben. Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.

cekmegil-namaz.jpeg

Programımın müzakereler kısmına geçmeden Akşam namazı arası verildi. Ve namaz topluca eda edildi. Sırasıyla M. Said Çekmegil’in “Akidede öncelik hassasiyeti”ni değerlendirmek için Adil Akkoyunlu; “Muvahhid, muhakkik, münekkid yönü”nü değerlendirmek için Abdullah Yıldız; “1960-70 Öncesi İslami uyanışta Duyarlılık çabaları ile sonrası Tevhidi bilinçlenme çabaları arasındaki süreç”i değerlendirmek için Asım Öz; “Çekmegil’in fikri birikiminin Gelişimini ve ‘Kriter’ dergisinin İslami uyanıştaki rolü”nü değerlendirmek için Hamza Türkmen söz aldılar.

Hakan SARIHAN:

Sene 2025. Üstadlarımız, büyüklerimiz sürekli hitap eğiliminde, gençleri konuşma ve diyaloglara yeterince katmıyorlar. Said abimiz 1940’lardan 2000’lere sürekli gençleri konuşturmuş, okuma ve araştırmaya teşvik etmiştir. Gene Metin abinin kitabında vurguladığı gibi (Sokrat’tan ziyade) Ebu Hanife’nin metodunu uygulamıştır. Resulullah’ın metodunu uygulamış, gençleri konuşturmuş, ve onlarla diyalogunda önce söz alarak önlerini kesmemiş, onların özgürce konuşmalarını sağlamış ve değerlendirme için en sona kendini bırakmış; o gençlerden de bugün yaşayan mütefekkirler, çok güzel insanlar çıkmıştır. İnşaallah bu örnekliği hepimiz sürdürürüz.

Adil AKKOYUNLU:

Çok şey konuşurduk, çok hatıralarımız var. Anlatsak Metin kardeş de bilir sabaha kadar konuşsak bitiremeyiz.

Değerli kardeşlerim Müslümanları iki gruba ayırabiliriz. Türkiye’de, Türkiye’de, İran’da, Pakistan’da, Hindistan’a biraz daha belirgin ama bütün dünyada aşağı yukarı aynı tip Müslümanları görmek mümkün.

Bunlardan birincisi bunlar pek okumazlar, araştırmazlar, düşünmezler, gelenekçi ve taklitçidirler. Atalarından gördüklerine inanırlar. Çoğunluğa uyarlar. Çoğu Cuma ve kandil geceleri Mevlid, tasavvufi müzik ve menkıbeler dinleyince bir fakire de giymedikleri eskilerini verince dini görevleri yerine getirdiklerini sanırlar. Bir de dilekleri kabul olsun diye yatır ziyaretlerini ve Hıdırellezi de ihmal etmezler. Kur’an’la irtibatları adeta Ramazanlarda hatim dinlemekle sınırlıdır. Dinin bir ucundan tutunmuşlardır. Fakat Müslüman da beğenmezler. Kendilerini en iyi Müslüman sanırlar. Bu tür Müslümanlar maalesef çoğunluğu teşkil etmektedir.

İkinci tip Müslümanlar Kur’an’ın mürşit edinmeyenin mürşidinin şeytan olacağını bilen Kur’an’ı yaşamakla sorumlu olduğunu, hesap günü de Kur’an’dan hesaba çekileceğini düşünen ve bu bilinçle kaynak olarak Kur’an’ı tanıyan, Resulü örnek alan Müslümanlardır. Onların düşüncelerinin, inançlarının, kulluklarının, ahlaki yapılarının, sosyal, siyasi, iktisadi, bütün hayatlarının mimarı vahiydir. Vahiye uzak olan her şey onların hayatlarından da uzaktır. Ömür boyu Kur’an’ın gölgesinde emrolundukları şekilde bir hayat sürmek için cehdeden benim salatım, imanım, ibadetim, namazım, desteğim, duam, nüsukum, kurbanım, bütün itaatlerim ve kulluğum, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir. Onun ortağı dengi benzeri yoktur. Ben böyle Müslümanların öncüsüyüm diyen bunun için gayret eden Müslüman adına layık olmayı en büyük şeref bilen Müslümanlardır. Ne yazık ki onların da sayısı çok azdır.

Burada bulunan siz değerli kardeşlerim de bu ikinci grup Müslümanların mümtaz şahsiyet örneğini teşkil etmektesiniz. Sayımız az, sorumluluğumuz büyük, işimiz çok. İşte Mehmet Said Çekmegil, bu ikinci grup Müslümanların yetişmesinde büyük payı olan öncülerdendir. İmam Hatip Okulu’nun ortak okul kısmında okuyordum, Sait Ağabey’i tanıdığımda. Bir program dahilinde cuma günleri camilerde imamlık, müezzinlik yapıyor, vaaz veriyordum. Bir hutbe kitabı almak için Hüseyin Yabacı’nın Sönmez kitabına uğradım. Orada bulunan babam yaşlarında bir adam o kitabı niçin almak istediğimi sordu. Açıkladım. Hazırcı olmayın. Böyle tembellik ederseniz kendinizi geliştiremezsiniz. Bir konu belirle, kitaplardan faydalan, kendin hazırla konuşmanı dedi. Kitabı bana aldırmadı. Said ağabey olduğunu sonradan öğrendim. İsmini çok duymuştum. Çok biliyordum. Babamın da asker arkadaşıydı. Onun için bana hep yeğenim derdi. Manevi evladı değildim ama yeğen kabul etmişti. Ve bana imzaladığı bütün kitaplarını da okudum. Bütün kitaplarını hep yeğenim Adil’e diye imzalardı.

O günden sonra fırsat buldukça Said ağabeyin Emeksiz’de bulunan,- Kız Meslek Sitesinin yanındaki terzi atölyesine koşar, konuşur, sohbet derdik. Kitaplar üzerine konuşurduk. Bazı konular açardık. Bilmediklerim veyahut kafama takılan sorular sorardım. Hem işini görürdü hem de orada sohbet ederdik. Yaz günleri terzi dükkânının arkasındaki bahçede, kışlarda daha ziyade dükkanın içinde Malatya Kulübünün sohbetlerine katılmaya devam ettim. Kaçırmıyordum. O toplantılarda çok şey öğrendik. Said Ağabey terziliği bıraktıktan sonra da Büyükçarşı’da bir dükkân kiralayıp taşındı. Oraya da devam ettim. Ölünceye kadar irtibatımı kesmedim.

Said Ağabey, ömür boyu herkesi o Kur’an’ı anlattı ve Kur’an’a davet etti. Ona da sürekli bunu söyledi. “Said ağabey ömür boyu herkese Kur’an’ı anlattı ve Kur’an’a davet etti. Bana da sürekşi bunu söyledi. Ben de yazılarımda ve konuşmalarımda elimden geldiğince Kur’an’ı anlamaya ve anlatmaya gayret ettim. “Kur’an’a Hicret” adlı kitabım da yayınlanan bu tür makalelerden oluştu.

Said Çekmegil’le Said Ertürk’e, Bahattin Bilhan’a ve benim Arapça hocam Şeyho Duman’a çok şey borçluyum. Onların sohbetlerinde yetiştik biz. Ben İmam Hatip’liyim ama fikri olgunlaşmam bu değerli hocalarımın ve Fikir Kulübü sohbetlerinin sayesinde oldu. Aslında bizim bu güzel hocalarımız aslen Siirtli ve Arap olan Malatya’da müftülük yapmış olan İsmail Hatip Erzen Hoca’nın talebeleriydi. Biz de Erzen Hoca’nın talebelerinin talebeleri olduk. Çok şükür. Said Bey, araştırmayı, öğrenmeyi, bilerek konuşmayı, delilsiz konuşmamayı çok önemsiyordu. Tevhid, şirk, ibadet, bidat, hurafe, taklit, tahkik, sözcüklerini en çok ondan duyduk. Dini Allah’a has kılma, yalnız ona kulluk etme ve yalnız ondan isteme hassasiyetini yine ondan öğrendik.

“Allah kendisine şirk koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başka günah olan her şeyi dilediğine bağışlar. Kim Allah’a şirk koşuyorsa Allah’a iftira ederek büyük günah işlemiştir. “ ayetini çok hatırlatırdı.

Meşhur tesbihim adlı şiirinde bu tevhid konusunu ve ümmetin birliğini işliyordu. “İpi kopan tesbihim dağılmış tane tane / Acı ama tesbihim hani nerede imame? / Taneleri toplayın, hak ipine derleyin, / bir imame bağlayın, tevhid gelsin meydana” diyordu o şiirde. Dinin eksiği fazlası yoktur. Tam ve mükemmeldir. Bu nedenle iyi bidat kötü bidat, bidat-ı hasene ve bidat-ı seyyie olmaz. Bütün bidatlar delalettir derdi.

İnsanları cehaletten din haline getirilmiş olan adetlerden her çeşit bidat ve hürafelerden uzak tutup vahiyle ve tevhidle tanıştırmak istedi ömür boyu. Sorgulama ve İslami hassasiyet konusunda sadece Malatya değil; Türkiye, Said ağabeye çok şey borçludur.

Abdullah YILDIZ:

abdullahyildiz.jpeg

Ben gençliğimde Said ağabeyi önce kitaplarından tanıdım. Adana İmam Hatip Lisesi’nin okuduğum süreçte kitaplarını almışım. Çoğunu da Adana’da okulda elden satan arkadaşlarımızdan aldım. Belki Kazım Sağlam buradaysa onları bilir, hatırlar. Onlardan alıyorduk, bir de Kuruköprü’de İlham Kitabevi vardı oradan alıyorduk. Said abinin “Anlayışımız” serisi.

Ben Said abiyle ilk “Umran” dergisinde “Geşmişten Geleceğe Konuşanlar” seri yazı dizisine ilk olarak Said abiyle başlamıştım. Sonra yine lisede ilk okuduğum eserler arasında “Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı” yazarı Sami Aslan ile not tutarak devam etmiştim.

Daha sonra tekrar Said abiyle alakalı kitapları taradıktan sonra, İstanbul’da bulunduğu bir dönemde, biz de “Namaz Bir Tevhid Eylemi” kitabını yazmışız, ona onu hediye etmek cüretinde bulundum. O da bana “İktisat Anlayışımız” kitabını “Abdullah Yıldız Bege” -Bey diyemez o beg derdi- diye yazıp hediye etmişti.

Daha sonra Pınar yayınlarının editörlüğü noktasında bir ara müdahil olduğumuz, daha doğrusu görevlendirildiğimiz bir zaman vardı. O arada bir takım vatandaşlar “İslam Gerçeği” diye bir kitap yazdılar. Ve İslam’a ilişkin son derece saçma sapan şeyler ileri sürdüler. Said abi bunlara cevap teşkil eden bir kitap yazdı: “İslam’ın Gerçeği”. Onlar “İslam Gerçeği” dediler, o da “İslam’ın Gerçeği” dedi. Ve orada hakikaten kendisinin çok tavsiye ettiği delillere dayanarak, mutlaka mehaz göstererek, yani nereden aldığını, kaynağını göstererek yazma, anlatma, cevap verme usulünü öğretmesi bakımından son derece önemliydi. O, Hüseyin Atay, Yaşar Nuri Öztürk, Beyza Bilgin, Rami Ayas, Arif Güneş, Hasan Elik gibi kişilerin yazdıkları “İslam Gerçeği” kitabına cevap yazmıştı. Çok küçük ama çok muhtesar bir cevaptı. Namaz kısmını da dört paragraf olarak bizden alarak beni çok onurlandırmıştı. Sait abi kim? Ben kimim? Ama bunu yapan bir üstadımız. Kendi özelimden hareketle, kendi tecrübelerimden hareketle Sait abiye bakmaya çalışıyorum.

 “İman Anlayışımız” kitabının ilk baskısı kütüphanemdeydi. Aradım bulamadım. Fakat sonra baktım ki “İman Anlayışımız” kitabının ilk kapağını daha sonraki baskıda koymuş Malatya 1952. Ben 1954 doğumluyun. Ben doğmadan 2 sene önce bu kitabı yazmış. Daha doğrusu bu bir konferans metni. Zaten diyor ki bu konferans metnini isterseniz üç kişiye isterseniz üç bin kişiye vekilim olarak okuyabilirsiniz. Yani teşvik ediyor. Artı bu küçük kitap halk için değil hak için yazılmıştır diyor. Bu vakıa hatırat olarak gerçekten benim için son derece önemliydi.

Bir de Said abinin tavizsiz tarafını hoşgörü. Ama hoşgörünün aslında bazı konularda belki mümkün olabileceğini ama imani konular olduğunda hoşgörmenin Ebu Leheb’i, Firavun’u, onu da Yaratandan ötürü yaratılan hoş görmek ifadesini eleştirirken kullanıyor. Buna benzer çok örnek vermek mümkün. Ama konuşmalar sırasında Üstad Metin Ağabey, yani zaten herhalde Said Ağabey’i en güzel anlatma hakkına da sahip olan birisi olarak onun işaret ettiği, Bayram kardeşimizin de işaret ettiği bir nokta vardı. Ben oradan bir cümle, birkaç cümle okumak istiyorum. Bu son derece Kur’an’a muhatap olmak.

Kütüphanemde herhalde bir on, on beş tane kitabı vardı. Araştırdım, birkaçını buldum. Dedim ki, Sait abi hakkında bir şeyler söyleyeceksek kitaplarından söylemeliyim. Orada kaynak delil hakkında diyor ki, Yüce Rabbimiz, kitapsız, belgesiz konuşanlardan razı değildir. Kur’an’da tebliğ edilen beyyinelerle onları kınamaktadır. Bu konuda ayet mealleri için nokta nokta şey veriyor yine. “Bilginin Gücü”, Said Çekmegil, baskı 1980.

Orada “Zihin kargaşasına uğrayan bazı üşengeçler, delil vermeyi bir nevi kurnazlık ve allamelik tavrına takılmak olarak göstermeye çalışmışlardı. Oysa kişinin katıldıklarına da karşı çıktıklarına da ve nötr kaldıklarına da kaynak vermesi hakkaniyettir.” “Her ne kadar tarihi kimselere atıflar yapılarak mesela İbnü’l Arabi’ye mal edilerek verilen sufiler ikame etmekten münezzehdir deniliyorsa da bu onların kendi kuruntularıdır. Oysa Bakara sûresinin 111. Ayeti mealinde ‘Doğurucular iseniz delillerinizi getirin’ denilmekteydi.”

Said abi, “Bu mealdeki beyineyi yorumlarken müfessirimiz insanları doğru bir noktada toplayacak olan şey delildir.” dediğini belirtiyor ve üstadın ifade ettiği gibi Elmalı Hamdi Yazır’ın kaynağını gösteriyor.

Bir de Said abinin terzi dükkanı gibi bir yerden başlayarak orayı bir fikir merkezi fikir üretim merkezi; aynı zamanda bir eylem merkezi, bir hareket merkezi olarak kullandığını görüyoruz. Fikirle eylemi ayırmadığını görüyoruz.

Benim dikkatimi çeken Alparslan Türkeş’ten Turgut Özal’a oradan Süleyman Demirel’den Erbakan’a kadar daha pek çok simayla siyasetçi ya da fikir adamı ile temas kurabilen, onları da dnleyen ama onları mutlaka bir biçimde etkileyen, onlarla temas kuran yelpazesinin oldukça geniş olması bizim şu an biraz Müslümanlar olarak sanki kaybettiğimiz bir nokta gibi geliyor. Said abinin mirasını sürdürenler olarak bu noktada biraz yelpazeyi geniş tutarken, hoşgörü adına bir takım İslam dışı, Kur’an dışı, Tevhid dışı anlayışları onaylamak değil, tam tersine düzeltmek çabalarının özlemi içindeyiz.

Bir ifadesi vardı. Mutlaka diyor kaynağını söyleyin, yazılarımıza eleştiri getirin, tenkit ibadettir ama düzelterek bize iade edin. Umran Dergisi’nde “Geçmişten Deleceğe Konuşanlar” serini başlatırken, hep öldükten sonra birilerinin arkasından yazılar yazıyoruz. İşte efendim hatıralar çıkıyor vesaire. Ölmeden konuşmak lazım. Onu, Adana’da İHH bir programa çağırmış. Said abi düşmüş, kalça kemiği kırılmış. Tarih 1999 mudur? O civarda falan olması lazım. Gittim. İslam Ol Konutları. Girdik ki çocuklar, torunlar. Said abide o sıralar biraz Alzheimer başlangıcı var. Kendimi hatırlatmak için abi terzi dükkanı dedim. O, başladı anlatmaya. Limon ağacı dedim başladı anlatmaya.

Sait abiye o dönemlerden anlattırabildiğimi anlattırdım, not aldım, araştırdım. Yeteri kadar da belki hazırlayamadım ama bir güzel başlangıca “Geçmişten Deleceğe Konuşanlar”, koşanlar serisinin başlamasına vesile oldu. Sonra Şule ablayla görüşme; ve devam ettik. Ben özellikle “Kur’an’a Muhatap Olmak” ve “İman Anlayışımız” kitabını tekrar gözden geçirirken şu an o konularda haddim olmayarak kitap yazmış bir öğrencisinin öğrencisi, öğrenciler öğrencisi olarak ne kadar etkilendiğimi o zaman yeni fark ettim. Meğerse onun ortaya koyduğu düşünceleri, formülasyonları ve tezleri yazmışız. Allah rahmet eylesin.

asimoz.jpeg

Asım ÖZ:

Asım ÖZ: Siz (H. Sarıhan), Said Çekmegil’le ilgili kitapları gösterirken saydınız. Ben de daha erken tarihli bir kitabın da oraya eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu Metin abinin 1970’lerde hazırladığı “Çekmegil’in Eseri Neyi Anlatır?” Bu eser Said Çekmegil’in, eserlerinin Türkiye çapında ama özellikle de okuryazarlar, entelektüeller, akademisyenler nezdinde nasıl bir tesir uyandırdığını görmek açısından önemli bir kitap. Bu kitabın içerisinde bilhassa benim önemsediğim nokta hem bizim bugün tipik İslamcı olarak algıladığımız mesela Sezai Karakoç’un birinden eminim ama diğerini de onun yazdığını düşünüyorum 2 metni var. Bunun dışında diyelim ki Şule Yüksel Şenler hanımefendinin işte Ahmet Kabaklı’nın gene milliyetçi çevrelerden… Bunların metinleri var ama hususen de 1960’larda Roger Garoudy’nin “İslam ve Sosyalizm” tartışmalarının açtığı hatta ilerleyen metinler olması açısından da İlhami Soysal’ın Akşam Gazetesi’nde yazdığı bir metin… Ve gene Talat Sait Yalman’ın o yıllarda Milliyet Gazetesi’nde açtığı “Devrimci İslam” tartışması. Yani günümüzde belki Türkiye’de bazı meseleler nasıl değişiyor, nasıl değişmiyor çerçevesinde kendisine ulaştırılan “İktisat Anlayışımız” kitabı çerçevesinde yazdığı metin. Şimdi bu açıdan Sait Çekmegil’in nasıl bir tesir uyandırdığını görmek açısından bu eserin önemli olduğunu düşünüyorum

Ben Sait Çekmegil’in eserleri neyi anlatırdan ziyade Sayın Çekmegil’in hayatı bize ne anlatır? Özellikle de 1960’lar öncesi ve bilhassa da 1945-46 sonrası süreçler açısından Sayın Çekmegil’in hayatı bize neyi anlatır? Şayet bunun üzerinde düşünürsek belki Metin abinin de dediği o hüsnü zan siyaseti dediği hüsnü zanlı bir toplumsal hafıza, toplumsal tarih çalışmasını yapabilme imkanına ulaşırız kanaatindeyim. Bu şu açıdan önemli.

Bugün diyelim ki Hacettepe’den Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne işte Bilkent’ten diğer üniversitelere özellikle bu post Kemalizm tartışması bağlamında bilhassa İslamcı dergilere, İslamcı neşriyata ilişkin yapılan çalışmaların mahiyetine bakarsanız, bunlar tümüyle Türkiye’de dindarlık veya dindarane görülen ne varsa bunların hepsini bir anlamda harcamaya veya veya bunları milliyetçi, ırkçı, faşist tarzında suçlamalara matuf olduğunu görüyoruz. O bakımdan Said Çekmegil’in bu ilk döneminin kavranmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Burada da elimizde bize kanıt sunan birkaç metin var. Metinlerden birisi Necip Fazıl’la ilgili uzun metinler silsilesi, bir başkası da Turgut Özal üzerine yazdığı metin ki bugünlerde biraz Korkut Özal’la ilgili bir portre metni açısından da o döneme daha yakından bakmaya çalıştığımda biraz evvel Metin abinin dediği hakikaten 1952 hadisesinin Malatya hadisesinin belki en 28 Şubat kadar Türkiye’de İslamlaşma ve belki de Türkiye’de din siyaset ilişkileri ve Demokrat Parti’nin ve Türkiye’deki siyasi merkezler ilişkilerinin kriminalize edilmesi açısından çok hayati bir öneme haiz olduğunu görüyorum. Ve başlı başına 1952 odaklı bir kitabın hazırlanmasının hakikaten Demokrat Parti dönemini kavramak açısından ufuk açacağını düşünüyorum.

Sayın Çekmegil’in metinlerine gelirsek, Said Çekmegil’in daha doğrusu hayat hikayesine gelirsek 1921 ve 1925 şeklinde değişik doğum tarihiyle ilgili ifadeler var ama 25’li yaşlarda ilkokul yıllarından sonra yirmi beşli yaşlarda Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında belli ölçüde normalleşmeye dönük siyasi adımlar atmaya başladığı dönemde, Cemal Kutay’ın çıkardığı Millet Mecmuası’nı okumaya başladığını ve bu süreçte de işte bir arkadaşı tarafından onun adını hiç zikretmiyor kim olduğunu ben de bilmiyorum. Büyük Doğu Mecmuası‘yla tanıştığını ve ondan sonra artık İslam’la ilgili meselelere daha farklı bakmaya başladığını söylüyor. En azından Türkiye ölçeğindeki mevzular üzerinden.

1948’de galiba ilk şiir kitabı: “Ruhta İnkılap”. Şimdi bu “Ruhta İnkılap” kitabının kavramsal çerçevesi, içeriğini filan analiz edersek bunun hem Büyük Doğu hem de Türkiye’de belki Bergsonculuk’tan daha önce Fransa’da Aydınlanma karşıtı düşünürlerinin belli kavramlarını içerisinde bulabileceğimiz bir envanter de sunar diye düşünüyorum, poetik yanının ötesinde. Bu kitabı ile ilgili anlattığı bir şey var. Belki Said Çekmegil’in Türkiye sathındaki etkisini de kavramak için de önemli. O yıllarda sanırım Turgut Özel İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenci. Bir gün Çekmegil İstanbul’a geliyor. Turgut Özal ile teması var. Mealen şöyle bir şey söylüyor. Özal diyor, sadece şiirden konuştuğumuzu görünce, herhalde bizim sadece şiir edebiyat mevzularıyla sınırlı bir ilgi sahamızın olduğunu düşündü ki diyor, bana Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’nin tefsirini hediye etti. Kardeşim Said’e diye imzalayarak hediye etti diyor.

Bu şu açıdan önemli ki 1992’de Haksöz’ün yaptığı soruşturmaya verdiği cevapta da aslında Said Çekmegil’in 1960 öncesi döneme daha böyle hüsnü zanla daha olumlu bütün olumsuzluklarına rağmen onu bir anlamda bin dokuz yüz altmış sonrası süreci hazırlayan bir zemin olarak gördüğü çıkarımını elde ederiz. Bu anlamda çokça konuşuldu. Mesela “Limon Ağacım” şiiri bildiğim kadarıyla 1950’li yılların bugün Türkçü diye andığımız Toprak Mecmuası‘nda çıkmış bir şiir. Türkiye’de belli mevzuların nasıl geliştiğini kavramak açısından o şiirin son mısrası çarpıcı: “Çıkmalıyız odalardan”. Henüz 27 Mayıs olmamış.

Abdullah abi özellikle söyledi. Mesela “Milliyet Anlayışımız” kitabı çok erken tarihlidir. “İman Anlayışımız” kitabı çok erken tarihlidir. Ve “Milliyet Anlayışımız” kitabının sadece girizgâhına bakın. Yukarıda Muhammed İkbal’den bir alıntı vardır. Sonra İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun eleştirisi vardır.

Evet Sayın Çekmekil mektep yüzü görmemiş daha alaylı; fakat Türkiye’de fikir hareketi anlamında etkili olabilecek aşağı yukarı Kemalist çevrelerden daha dindar muhafazakar çevrelere kadar takibi çok sıkı ve aktüel olan bir isim. Ve nitekim bu da İstanbul merkezdeki o dönemin etkili isimleri tarafından da fark edilmiş. İşte diyelim ki Eşref Edip mesela hakkında bir yazı yazmış. Münevver Ayaşlı hakkında bir yazı yazmış. Diyelim ki bahsettiğim hatta milliyetçi çevreler bile Kadircan Kaflı gibi “Milliyet Anlayışımız” kitabını överek anlatmışlar.

Said Çekmegil’in 1960 öncesi sürecinin daha detaylı belki metinlerinin de kronolojik seyri takip edilerek ve aynı zamanda Türkiye’de olup bitenler ve dünyada olup bitenler çerçevesinde anlamlandırılması gerekiyor düşünüyorum. bu çerçevede bir gene müstehar adlı Toprak Mecmuası’nda yayınlanan bir metninde Said Çekmegil Malatya’da o yıllarda diyelim ki bir grup gencin Malatya Lisesi’nde okul idaresine başvurarak namaz kılmak için bir yer tahsisi için -300 gençten bahsediliyor- idareyle anlaştıklarına ve valinin oluruyla da bunun uygulamaya geçirildiği anlatılıyor. Fakat bu İstanbul’da Vatan Gazetesi‘nde o dönem Vatan, Dünya, Cumhuriyet gibi gazetelerde bu haberi sanki Malatya’da yeniden İslamî hayata geçmişcesine tezvir edici şekilde haber yapılır. Yine Hakeza 1956’da mesela 1958’de sanırım Cezayir bağımsızlık savaşına temas eden metinleri var. O açıdan ben Said Çekmegil’in 1960 sonrası hatta o dönemin metinlerine bakarken şunu düşündüm. Acaba Türkiye’de 1950’li yıllarda Pakistan’la ilgili Ömer Rıza Doğrul başta olmak üzere pek çok ismin oluşturduğu bir hava olmasa acaba Mevdudi’nin eserlerinin intikali bu kadar hızlı olabilir miydi diye aklıma bir soru geldi? Bu şu açıdan da anlamlı. Kemalettin Şenocakların çıkardığı mesela İslam Mecmuası, örneğin 1958 yılında senenin yayınlanmış en iyi kitabı olarak “İnsanlık Anlayışımız” kitabını seçiyor ki İslam Mecmuası‘nın 1960 öncesi metinlerine baktığımızda orada yani bizim 1960 sonrasında daha çok metinlerine aşina olduğumuz isimlerin metinlerini de orada görüyoruz. Bu bakımdan ben Said Çekmegil’in 1960 öncesi serencamının en azından kendi entelektüel biyografisi anlamında yeniden ele alınması gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’de İslami yayınlar bugünkü gibi çoğalmamışken Malatya’da arka arkaya çıkan şiir ve fikir kitaplarıyla Çekmegil Anadolu’da parlayan umut ışıklarımızdan biri olmuştu. Yabancı bir düşünce tarzının bulandırmadığı ara duru bir düşünce peteğiydi. Anadolu’nun göbeğinde Çekmegil’in yaktığı ışık, gerçek, orijinal ve samimi Türk düşüncesi bu türlü fikir oymaklarından doğacaktı. Said Çekmegil’in etrafında bir düşünce ve inanç ailesi, Büyük Türk Fikir ve Hassasiyet Merkezi İstanbul’a hal diliyle bir örnek ve bir sitem oluyordu. Nitekim Said Çekmegil’in bu duruş ve davranışı, bu türlü duruş ve davranışlar yemişini verdi. Şimdi Ankara’da ve İstanbul’da bir İslami yayın ve basın hayatı var denebilir. Sene 1962 Yeni İstiklal’de yeni çıkmış.

Son olarak iki hatırlatma. Belki intikal ettirirsiniz: Malatya’da henüz bir Said Çekmegil Kültür merkezi yok. İslam Ansiklopedi’nin ise ilave iki ciltlerinde de henüz bir Said Çekmegil maddesi yok. Bunların da belki ilgililere ulaşması en azından Said Çekmegil’in hatırlanması sürecine katkı yapar diye düşünüyorum.

hamzaturkmen.jpeg

Hamza TÜRKMEN:

Hamza TÜRKMEN: Rahmetli Said Çekmegil ağabey, Türkiye’de İslami uyanışa katkıda bulunan en önemli büyüklerimizden birisiydi. Allah rahmet eylesin.

Onu görebildiğim, okuyabildiğim, takip edebildiğim ve diyaloglarımızdan anlayabildiğim kadarıyla 19. yüzyılın son döneminde tüm İslam coğrafyasında yaygınlaşan ıslah hareketlerinin Urvetül Vuska, el-Manar, Tercüman-ı Kur’an, Eş-Şihap, Mecelletü’l Zeytuniye, İstanbul’da da Sırat-ı Müstakim, havzalarının birikiminin bir taşıyıcısı olarak değerlendiriyorum en başta.

O bir keşf erbabı değildi. Yani ona ilham gelmiyordu. Efendim seçilmiş bir kul değildi, bizden herhangi birisiydi. Herhangi birisi olarak cehd gösterildiğinde ne kadar mesafe alınacağının da çok güzel bir örneğiydi. Onun fikri gelişim süreci yani doğduğunda yani kendisini İslami aidiyete yönelen, yönelten konu ilk defa aile çevresiydi. Takip edebildiğim kadarıyla ailesinde özellikle Osmanlı inhidatı döneminde var kalma savaşını üstlenen Kafkas Cephesi’nde şehit olan, gazi olan yakın akrabaları var. Genellikle onları menkıbelerini dinliyerek büyümüş. Bu çok önemli, çok değerlidir.

İkincisi, Kafkas Cepyesi gazisi olan babası gerçekten münevver bir insan. Malatya şartlarında iyi kitap okuyan birisi ve şiirle uğraşıyor. Babası Malatya Baro Başkanı’nın bürosunda bir nevi müşterek çalışıyor. Aynı büroyu kullanıyorlar ve Said orada. İlkokuldan sonra okula gitmiyor, orada ufak Çeknegil, çay servisi falan yapıyor. Özellikle babası, devrin avukatlarıyla 1930 – 1932 yılları içinde gündemde olan Kemalist devrimleri şiddetle tartışıyor, eleştiriyor. Ufak Said bu tartışmalara kulak misafir oluyor. Bu arka plan Türkiye gerçeğini tanımak açısından çok değerli bir şey. Bir dayısı Malatya Müftüsü, bir dayısı imam. Onlarla en azından ilmihall düzeyinde aldığı bir bilgi boyutu var. Bekir Hoca halasının oğlu. O da Kafkas gazisi, ayağından vurulmuş, topal. Babası Meclis-i Mebusan üyesi. Bekir Hoca, El Ezher’de okumuş dört dil biliyor. Manar ekolünün birebir şahidi bir insan. Onunla Hinditan ıslah ekolünden Numan Şibli’nin 8 ciltlik asıl harflerimizle çevrilmiş Asr-ı Saadet’i okuyorlar. Son ve 9. cilt Latin harfleriyle yazılmış. İyice etüt ediyorlar. Peşinden Elmalı Hamdi Yazır’ı bir nevi yutuyor. Kavramları, Metin abinin ifade ettiği boyutuyla yani çok ciddi bir altyapı oluşturmaya başlıyor. Mehmet Akif, Sıratı Mustakim‘den, Sebilürreşad’tan gelen bir akışın, fikri bir ruhun şiir boyutuyla bir nevi elif bağısı oluyor onun zihin haritasında.

Ve daha önemlisi gene Ezher’den mezun ve eğitmen İsmail Hatip Erzen 1951’de Malatya’ya Müftü olarak gelmiş. Manar havzasından, ıslah ekolünden bir sürü bakış açısı ve sahih kavramlarla gelmiş. Aynı zamanda Osmanlı Medresesi mezunu, farklı şehirlerde de müftülük yapmış. Erzen Hocayla yakın teşriki mesaisi var. Ki onunla beraber gerçekten Şeyho Duman, Mehmet Said Ertürk, Bahattin Bilhan, kendisi, Hayrettin Karaman’ın diyalog içindeler.

Onunla temel kavramlarımızı ve metodolojiyi yani ed-din usûlünü etüt ediyorlar. Bu temas ve talimler çok hayati. Yani fikrin, Kur’an eğitiminin, vahyi kavramların, ümmet psikolojinin yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda tohumumuz yeniden yeşeriyor. Bir süreklilik var. Bu sürekliliğin mensuplarından birisi Said abi. Ve ama çok iyi tahkik eden genç yaşında Mesela Aslı Saadet’i okuyor, onun için belki ortaokula gitmiyor. Çünkü onun için resmi ideoloji dışında sivil hayatta doğruları kavramak çabası daha alternatif yaygın ve özgün bir akademik çalışma.

Terzilik öğreniyor, saatçilik öğreniyor. Emeğiyle ve en kaliteli bir şekilde gerçekleştirdiği hizmetin değerini veren bir insan. Onun için de çok müşterisi var. İyi çıraklar yetiştirmiş. Ama aynı zamanda bir ilkokul mezunu olarak, bir Müslüman olarak tahkik etme, araştırma, kavrama yani düşünme ameliyesini gerçekleştirme örnekliğini sergiliyor. Bu da çok değerli. Türkiye’deki İslam uyanış ve dahi Tevhidî uyanış sürecinde gelen kardeşlerimiz, abilerimiz, arkadaşlarımız da aşağı yukarı birbirinden etkilenerek hepsi bu süreçlerden geçiyor. Metin abi de bu süreçten geçmiştir. Yani sadece bir vesile Said abi. Çünkü Kur’an’ı tutunduğumuzda Kur’an tahkik etmeye, Kur’an tefekkür etmeye, Kur’an analiz etmeye sevk ediyor insanı.

Bu yönelim içinde o zamanlar İslam veya İslamîlik adına ne varsa yazılan çizilen takip ediyor. İstanbul Üniversite’sine Muhammed Hamidullah’ın derslerini dinlemeye geliyor. Kitabı, “Sünnet-i Seniyye”yi ilkin bir konferans metni olarak galiba Konya’da konuşuyor. Konya’da muhtemelen onu belki de o zaman Selahattin abi izlemiştir, bilmiyorum, yani tekabül ediyor mu? Peşinden bunu kitaplaştırma çabasını Ankara İlahi Fakültesi’nden Tayyip Okiç ile yaptığı müzakerelerden sonra gerçekleştiriyor. Tayyip Okiç, Şekip Aslan’la da güçlenen Bosna’daki ıslah ekolünün bir mümeyyiz kişisi ve var olan birikimini Türkiye’ye taşımış. Bı kitabın önsözünü o yazıyor. İlahiyat Fakültesi 1949 yılında açılmış. Beş, altı dil biliyor Tayyip Okiç. Altyapısı çok güçlü. Demokrat Parti’nin katkısıyla ancak zar, zor İlahiyat Fakültesine öğretim görevlisi oluyor. O dönemde İlahi Fakültesi’nin hemen hemen bütün hocaları Mehmet Said Hatipoğlu’nun ifadesiyle Kemalist. Ve Hatipoğlu, gene onun şahitliğiyle, o dönemde ilahiyat öğrencileri olarak hanımlar da var tesettürsüz. Tayyip Okiç, mescitte devamlı namaz kılan beş İlahiyat öğrencini seçiyor. İçlerinde Sait Hatipoğlu var, İsmail Cerrahoglu var, Abdülkadir Şener var, Talat Koçyiğit var. Bunların her birine doktora yaptırıyor ve o zamanın şartları içinde bir gelecek stratejisi ve metodu öneriyor. Diyor ki, bunlar bu Kemalistler demek istiyor yani, bizi komazlar.

O zaman diyor Okiç, bizim yapacağımız şey aşama aşama şu üç planı takip etmektir. Bir, birinci nesil ilk defa ilk dönemlerde yazılan İslami eserlerin tahkikli çalışmasını yapacak. Yani siz.. İkinci nesil tahkik edilen bu eserlerden kalkarak sahih mezhepleri de gözeterek bütünsel usul çalışmaları yapacak. Tefsir usulü, hadiz usulü, fıkıh usulü… Üçüncü nesil ise bunlardan kalkarak bir yol haritası çizecek, metot, strateji, tespitiçtihadı yapacak ve İslam’a hareket başlayacak.

Ben Said ağabeyi bunları konuşmamış, bu planlamadan etkilenmemiş olmasını pek mümkün görmüyorum. Ve onun siyaseti ve politikayı iki kavram olarak ayırıyor. Bunlara yaklaşımlarının farklılığı ve kendi seyir çizgisi çok büyük ölçüde bu stratejinin etkisinde geliştiğini düşünüyorum. Bu benim kanaatim tabii ki. Ama takip ve tahkik edilmeye değer bir şeydir.

Fikir Kulübü’nü iyi anlattı Metin ağabey. Orada özellikle İsmail Hatip Erzen’le özellikle diğer arkadaşlarla beraber Fikir Kulübü’nü oluşturan o ve Şeyho Duman’dır, Said Ertürk’tür, Bilhan’dır. Erzen, orada ve daha öncesinde Ezher’den, Menar ekolünden, İslam dünyasından getirdiği perspektifi ve kendi birikimini bunlara sunuyor. Bunlar da sürekli mütalalarla bu birikimi geliştiriyor. Orada bir ruh, bir perspektif, İslamî uyanışın bir usulü, metodolojik temelleri oluşuyor. Tefekkür ufku oluşuyor. Şartlar geliştikten sonra da sanırım 1976 Mayıs ayında buradaki birikimi yani Malatya’daki bu birikimi tüm Türkiye coğrafyasına yayabilmek için oğlu vasıtasıyla da Ankara’da Kriter dergisini çıkartmaya başlıyorlar. Ve Fikir Kulübü’nde özelde konuşulan, biriktirilen, talimi yapılan ve konuşulan konular Kriter dergisin de yazılmaya başlıyor. Kriter dergisiyle ulaşılan İslami bütünlüğü Kriter’in 4. Sayısında Metin ağabey “Asyalı Bir Ozanın Öğütleri” başlığı altında çok güzel formüle ediyor.

Bir konu da Metin abinin vurguladığı tefekkür boyutuyla ilgili. , Ercüment Özkan 1960’lı yılların ortalarından itibaren Hizbuttahrir’in Türkiye temsilcisi. 1965, 1966 yılları. Said abinin Ankara’da onunla çok yakın temasları var. Keskin görüşlerini eleştiriyor, tartışıyor ama çok yakın temasları var. Peki Ercüment Bey ne yapıyor? Hizbuttahrir’den 1969’da ayrıldıktan sonra yeniden, o mecradan aldığı kendine göre doğru fikirlerle ve Türkiye gerçeğini de gören yeni bir hamle yapmaya çalışıyor. Kalkış olarak ne yapıyor biliyor musunuz? Takiyyüddin Nebhani’nin kelam usulü açısından en önemli kitaplardan birisi “Tefkir” kitabıdır; onda Kur’an’a göre düşünme metodunu etüd ediyor. Ercümend abi bunu rahmetli Übeydullah Dalar ve Şeyho Duman’a çevirttiriyor. Said abinin bundan öncesinde ve çevrildikten sonra bi haber olması mümkün değil. Ve Metin abinin bahsettiğimiz delilsiz düşünce yani vakıasız düşünme olmaz dediği bu. Gaybi planda da şer’i planda da. Temeli sahih temellere dayanmayan, delide dayanmayan, düşünce olmaz boyutu çok ciddi bir şekilde “Tefkir” kitabında işleniyor. Yani bu etkileşim ve kendi çabalarımız önemli, her birimiz birbirimizden etkileniyoruz. Zaten bu toplantıları da hep beraber etkileşimimizi kollektif hale getirme kaygısıyla yapıyoruz. Said abimizin sağladığı katkılar için Allah ondan razı olsun.

* * *

Hakan SARIHAN: Şimdi katılımcılara 3-4 dakikayı geçmeyecek şekilde katkıda bulunmaları veya soru yöneltmeleri için söz vereceğim. Tabii ki öncelikle Malatya’da rahmetli Said abiyle yakınlığı olan büyüklerime söz vermek istiyorum. Birisi Ramazan Kayan. Diğeri Mehmet Said Çekmegil abimizin yakın arkadaşlarından rahmetli Said Ertürk hocamızın oğlu Zeki Ertürk. Ve aramızda Afganistan’da görev yapan bir Malatyalı var: Mehmet Çelen hocamız.

Ramazan KAYAN:

Bu program çok istifadeli oldu. Başta Metin abiye hasseten teşekkürlerimi arz ederim. Said abiyle komşuluğumuz da oldu. Hastaydı. Bir gün ziyaretine gittim. Hani genelde yatağın başucunda sehpa olur, üzerinde ilaçlar olur. Said abi artık ağır bir hastalık sürecinde iki tane sehpa var. Biri başucunun sağında, diğeri solunda. Birinde ilaçlar, diğerinde son çıkan yayınlar. Dergi, gazete ve kitaplar. Düşünün ki ölüm döşeğinde ama yine de kitapları, araştırmaları ihmal etmiyor. O sahne hiç gözümün önünde gitmiyor. Günlerden sanıyorum Cuma günüydü. Ben Cuma namazından önce çıkmak istedim. Dur dedi gitmeyeceksin. Odada dedi bana bize Cuma kıldıracaksın. Şimdi o sırada Malatya’da bu Cuma tartışmaları başına almış gitmiş. Biz de daha çok bu cuma meselesinin kılınmaması noktasında bir temayülümüz var. Şimdi Said ağabey emredince de o hastalık halinde tartışma da olmaz. Tamam dedim Said ağabey namazı kıldıracağım. Bir sandalye gösterdi ve bu senin minberin dedi. Mihrabı da gösterdi. Birlikte aynı odada bir misafiri daha vardı. Üç kişiyle cuma namazımızı kıldık. Said abi de gördüğüm özellikle namaz hassasiyetinin çok güçlü oluşuydu.

Üniversitede okurken Malatya’da merkezi bir camide imamlık yapıyorum. Duymuş. Cuma namazına geldi, namazdan sonra beni yakaladı. Ne anlatıyorsun dedi. Tabii 1980 askeri darbesi olmuş. Ne anlatacağım? İslami mücadeleyi anlatıyorum. İslami uyanışı, İslami direnişi vs. O yıllardaki psikolojimizin içinde bulunduğu süreci anlatıyorum. Neden namazı anlatmıyorsun dedi. Ben şöyle yorumladım. Ya tartışmaya girecek ya mutlaka bir şey. Bir yerden girmesi lazım. Camiye girenler, namaz kılanlar, bunlarda cihad ruhu yok, mücadele azmi yok vesaire oradan başladı muhabbetimiz. Şunu da teslim edeyim. Bizim Malatya’daki özellikle yaşımız genç. Diyalektik yönüyle, polemik yönüyle, tartışma yönüyle çok güçlü olmasına rağmen hiç tartışmaya girmedi benimle. Uyarlarına o kadar tatlı bir dille, o kadar nazik ve kibar şekilde yapıyorduı ki.

Ne de olsa bizim gençlerle ilgilendiğimizi biliyordu. Ulaşamadığı gençlere bir şekilde bizim aracımızla mesaj ulaştırmak istiyordu. Bizim bir gençlik çalışmamızın olduğunu bildiği için aramızdaki bağın kopmaması, zayıflamaması için pür dikkat bir hassasiyet üzerindeydi.

Komşuluğundan yine bir şey daha ifade edeyim. Büyükçarşı’da onun ofisi vardı. Biz de İslami Dayanışma Vakfı olarak gençlik çalışmalarımızı yaparken Büyükçarşı’nın üst katını kültür merkezi olarak açmıştık. Ramazan ayından arkadaşlarla toplanıyoruz. Farklı bir şekilde bir cüz okuma. Türkiye’de, Malatya’da böyle bir gelenek var. Rahmetlik İsmail Özer okuyor. O okuyunca okuduğu her sayfadan ben bir ayet seçiyorum. Bu ayetin izahını, yorumunu yapmaya çalışıyorum. Said abi, o cüz okuma çalışmalarımızı hiç kaçırmadı. Buna ihtiyacı mı vardı? Sanmıyorum. Bizim anlatımlarımıza ihtiyacı yoktu. Ama bizim oradaki cüz okumada, Kur’an okumadaki farklı bir yaklaşımımızı önemsediği için bize değer vermek bu anlamda teşvik etmek amaçlı bir ay boyunca ortamları terk etmedi ve hiçbir tartışmaya girmedi. Çok eksikliklerimiz vardı tabii ki ama aynı ortamda bunu da bizim belki de yetişmemiz, mesafe almamız noktasında bir tavır deniyordu. Bunu paylaşmaya ihtiyaç duydum.

Zeki ERTÜRK:

Metin abiye ve diğer konuşmacılara çok teşekkür ederim. Said abinin özelinde başta kendisi Malatya Fikir Kulübü’nün göçenlerine rahmet olsun. Kalanlara da afiyetler diliyorum. Hatta Said abinin dediği gibi onlara da rahmet olsun.

Malatya Fikir Kulübü’ne devam ederken ve ben ortaokuldayken Metin abi artık İstanbul Hukuk Fakültesi’ne gitmişti. Metin abinin ortak bir özelliğimiz var. Metin abi de biz de Malatya Fikir Kulübü’nün haylaz gençleriydik. Metin abi de haylazdı. Ben de haylazdım. Sait abinin de en hoşlanmadığı şey haylazlıktı.

Metin abinin değinmesini istediğim bir,iki paradoks vardı. Sait abi itidale çok ciddi önem verirdi. Hep mutedildi. Ama prensipleri konusunda çok sertti.

Biz lisedeyken o Fikir Kulübü toplantılarında bizi başkan seçtirirdi. Hem kendisi seçtirirdi bizi. Sonra yönetim şeklimizi bizi çok sert eleştirirdi. Çünkü bizi yetiştirmek istiyordu. Diyordu ki çocuklar yetişeceksiniz. Hazetmediği şeylerden biri de boş konuşma ve hamasetti. Bizim de yaşımız gereği işimiz hamasetti. Çok boş konuşuyorduk. Devrim yapmaya çalışıyorduk. Metin abi de. O, bizden önce devrim yapmaya çalışanlardandı. Ben hatta bir gün hatırlıyorum. Metin abi Malatya’ya gelmiş. Babamla yolda yürüyorlar. PTT’nin önünden geçiyorlar. Belliydi çok sıkıntılı bir konuyu konuşuyorlar. Sonradan öğrendim ki Metin abi Filistin’e gitmek istiyormuş. Babam da oğlum Filistin’de insan kaynağı ihtiyacı yok. Buradaki işine bak. E biz de devrim hayali görüyorduk.

Sait abi de bize metodolojiyi başımızı çatlatırcasına anlatıyordu ve yanlış yapmamamızı istiyordu.

Said abinin fikre saygısı yoktu. İnsana saygısı vardı. Asla kişisel saygısızlığa tahammül etmezdi. Ama hiçbir zaman da hiçbir fikre saygı duymazdı. Duymamızı da istemezdi. Tek kriteri vardı. Metodolojik düşünüyor muyuz? Sağlam yollarla fikir üretebiliyor muyuz? Bunu eleştirel bir yolla yapabiliyor muyuz? Bunu yaptıktan sonra sonucun ne olduğuna bakmıyordu. Ama o anlamda hani birisi bir şey söyledi. İşte bir hocadır, büyüktür, abidir. Hürmet edelim diye bir şey yoktu. Dikkatinizi çekerim. Mesela Metin abi hadi bizden büyük o abi diyebilir. Biz torunu yaşındaydık. Neticede babamın arkadaşıydı. Hatta belki de babamdan yaşça büyüktü. Babam bildiğim kadarıyla yirmi sekizliydi. O üç yaş büyüktü. Evet babamdan büyüktü. Yani biz en azından evlatları yaşındaydık ama biz hep Said abi derdik. Ben ne zaman Said amca demeye başladım? Zannediyorum kırktan sonra Said amca demeye başladım. Çocukken hani lisedeyken hep Said abi derdik hepimiz. Allah göçenlere rahmet etsin. Kalanlara da rahmet etsin. İnşallah iyi insanlarla hep beraber orada buluşuruz.

Hakan SARIHAN: Bu arada 1925’li olduğunu anlıyorum. Yüzüncü yılına girmişiz.

Mehmet ÇELEN:

Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun inşallah. Tabii bu programı düzenleyen heyete Hakan Bey heyet dedi. Heyete teşekkür ediyorum. Okul idaresine de teşekkür ediyorum. Ayrıca başta Metin Ağabey olmak üzere konuşan bütün ağabeylerime de teşekkür ediyorum, hocalarımıza da. En azından bazı önemli şeyleri Said Ağabey’le ilgili anlattılar. Benim Said Ağabey’le tanışmam 1972 yılında, orta 1 ve orta 2’de oldu. Alptekin Hoca’dan ben Arapça dersi alıyordum. Bilmiyorum, Mehmet Alptekin tanıyan olursa Malatya’mızın hocalarından, önemli hocalarından birisi. Biz küçükken Arapça dersine başladık. Tabii Mehmet Alptekin hoca Kulüpteki fikir sohbetlerine de katılıyordu. Bizi de götürüyordu, biz de gidiyorduk. Fikir sohbetlerine o zaman katıldım. İşte öyle devam etti. Bu fikir usulü, düşünme metodolojisi, tefkir dediğimiz eylemi orada bizatihi yaşayarak öğrendik yani. Gerçekten ben bunu hayatımda her alanda görüyorum. Mesela bir seminer, konferans verdiğim zaman veya panelde, sempozyumda hiç dakikamı geçirmem yani. Bu bana fikir sohbetinin, fikir kulübünün en güzel katkısı ve nokta atışlar yaparız. Yani öyle hamasi ve duygusal konuşmayız. Yani meramımız neyse onu anlatırız. Bu oradan geliyor. Yani küçüklükten aldığımız bu eğitim. Gerçekten İmam Hatip Lisesi’ne de devam ediyordum. Sonra üniversiteye geçtik. Üniversiteden yazları geliyorduk. O toplantılara katılıyorduk. Ondan sonra da katılmaya devam ettik. Said abiyle teşriki mesaimiz böyle devam etti. 1986 yılında da torunuyla evlenerek akrabalık da tesis etmiş olduk. Böyle bir yakınlığımız da var. Onu da hatırlatmış olayım. Ben tabii bu ilim havzasının oluşmasını işte Metin abi de bahsetti. Diğer hocalarımız da İsmail Hatip Erzen Allah rahmet eylesin. oluşturuyor. Zaten gerek Sait abi gerek benim ha ikinci Arapça hocam da ikinci demeyi en çok yine Sait Ertürk hocam da benim Arapça hocamdır. Onun kitabını da yazdım. Allah rahmet eylesin. O Beyan Yayınlarından çıktı. “İlim ve Fikir Adamı Mehmet Sait Ertürk” diye. Yani Malatya fikir ve ilim havzası olarak gerçekten böyle bir şeyi yaşadı, yaşıyor da inşallah devam eder bu. Hatta ben bir gün sormuştum Said abiye bu fikir sohbetleri nereden geliyor? Bu fikri tartışmalar işte ilmi çalışmalar falan. Malatya’nın bin yıllık öncesinde de bu var demişti bana. Malatya geleneğinde böyle bir yan var, araştırmadım ama Said abinin söylediğini söylüyorum. Yani bin yıl öncesinde bile Malatya’da fikri tartışmaların, müzakerenin olduğunu söylemişti. Gerçekten şöyle, yani özgün kitap çalışması olarak, özgün yayınlar olarak… İşte 1950’li yıllar, 60’lı yıllarda “Siyaset Anlayışımız”, “İktisat Anlayışımız”, “İbadet Anlayışımız”, “İyiniyet Anlayışımız” gibi bu eserleri ortaya koyması gerçekten çok önemli. Yani bu özgün fikirleri bir alaylı işte yani ilkokul bitirmiş: bizler gibi üniversite okumamış yani ama kitap yazıyor. Ben bu noktada da Malatya Belediyesi’nin yayınladığı kitapta bir makale yazdım. Kitaplarının incelemesini yaptım. Otuz üç kitap yazdığını. Belirtip, kitaplarıyla ilgili kısa bilgiler verdim.

Ayrıca Nida dergisinde benim yazım var. Bir de Hilal TV’de bir program yaptık. izleyenler Ramazan Kayan hocam da katılmıştı. Biz işte rahmetli Erdem abi de bizim kayınpederimiz Erdem abi de katılmıştı. O dönemde televizyonda Hakan Bey de genel müdürdü galiba. Yani bu çalışmaları biz de vefa gösterisi olarak vefamız olarak yapıyoruz. Yapmaya çalışacağız. Gerçekten Malatya’daki bu çalışmalar birçok insanın yetişmesine neden oldu. Olmaya da devam ediyor. Yani Said abinin Said Ertürk hocamın, Mehmet Alptekin hocamın ve Bahattin Bilhan hocalarının bizim ilmi yetişmemize hem de fikir olarak fikri düşüncemizin gelişmesine yardımcı oldular, yardım ettiler. Hepsinden Allah razı olsun, Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun diyor.

Hakan SARIHAN: Yine 1978’da Kriter Dergisi‘nden bir ay önce Düşünce Dergisi çıkmış idi. Düşünce ve Kriter dergileri birbirine kardeş gibiydi. Düşünce Dergisi‘ni çıkartanlardan Ahmet Ağrakça Hocam burada. Ondan da birkaç cümle alalım inşallah.

ahmetagirakca.jpeg

Ahmet AĞIRAKÇA:

Said abi bizim neslin öncülerinden birisiydi. Türkiye’de İslami uyanışın, İslami hareketin gerçekten belli bir seviyeye gelmesi noktasında bizim zihnimize, kalplerimize ve ufkumuza arz ettiği, diktiği çok önemli fikirler vardır. Özellikle onun birçok fikri yönü anlatıldı. Fakat ben sınırlı bir vakit olduğu için de sadece şunu söyleyeyim. En önemli özelliği son derece mütevazi bir insan olmasıydı.

Biz onun çocukları yaşındaydık. Fakat her İstanbul’a geldiğinde o Kriter ve Düşünce dergilerinin çıktığı günlerde mutlaka o da, rahmetli Said Ertük hocamız da mutlaka Düşünce dergisine gelirlerdi. Ve orada çok farklı konuşmalar olurdu. Çok değişik konular ele alınırdı ve iyi mütalaalarda bulunulurdu. O tartışmalar gerçekten hala bizde bir ufuk uyandırdığı kanaatindeyim. 1980 Darbesi sonrası İstanbul’a geldiğimde tabii ki Düşünce dergisi kapanmıştı, Kriter bitmişti. Bir gün hiç beklemediğim bir anda eve geldi. Yani o kadar mahcup oldum ki ve aynı zamanda o kadar heyecanlandım ki. Yani Said Çekmegil gibi bir mütefekkirin bizi gelip evimizde ziyaret etmesi, gerçekten unutulacak bir şey değildi. Tevafuk işte; bir gün hanımla birlikte Üsküdar’a vapurla geçiyoruz. Hanımın yanında bir hanım kardeşimiz var. Konuşmaya başladılar. Said Çekmek’in kızı. Onun o mütevaziliğine binaen gerçekten ona olan muhabbetimiz, ona olan saygımız, ondan edindiğimiz o fikri yapı bizi o kadar sevindirmişti ki bizi; o kızını görünce onu da damat beyi de aldık eve götürdük. Uzun müddet belki beş altı saat bizde kaldılar. Beraber yemek yedik. Böyle bir hatıramız var. Ama en önemli tarafı bizden önce fikir üretme ve yayınlama noktasında Türkiye’de Said Çekmegil’in, yayın konusunda da Salih Özcan’ın bizim üzerimizde büyük etkisi vardır. Salih Özcan’ın yayıncılığı olmasaydı gerçekten biz Seyit Kutub’a, Mevdudi’ye de ulaşamazdık. Ama Said Çekmegil’in kazandırdığı ufuk ise Türkiye’de düşünme yapısının net bir İslami anlayışla, Kur’an ve Sünnet çizgisinin net bir İslami anlayışla gelişmesini sağlamıştır. İlk tanıştığımızda ondan öğrendiğim en önemli şey bid’at ve hurafelerle yoğrulmuş o kesimlerden uzak durun demesiydi ki gerçekten bid’at ve hurafe kavramları üzerinde alabildiğine duruyordu. Rahmetle anıyorum saygı duyuyoruz. Onun kitapları hemen hemen hepsi benim kitaplığımda vardı ama ben bütün kitaplarımı Mardin Artuklu Üniversitesi’ne hediye edince kitaplar orada duruyor. İnşallah orada öğrenciler okur, istifade ederler.

selahaddines.jpeg

Selahaddin Eş ÇAKIRGİL:

Ben merhum Said hocayla hiç tanışmadım. Yani vicahen, yüz yüze öyle bir tanışıklığım yok. 61’de Sağlık Kolejini bitirdikten sonra Konya’da hastanede çalışıyorum, mikrobiyoloji laboratuvarında. Bazı yazılardan duyuyordum, ismini biliyordum. Sonra bir gün bir doktorla konuşurken doktor dedi ki bir terzi dedi, Malatya’da dedi. Ben İmam Hatip’te falan da değilim. Sağlık Koleji mezunuyum. Ben de hiç yani bu sahada söz söyleyecek birisi değilim. Yani İslami konularda yazılar yazacak falan birisi değilim. Ama takip etmeye çalıştım. İşte Ahmet hocanın demin işaret ettiği gibi 1956’larda, 1958-1959’larda ortaokulda okurken Salih Özcan’ın çıkardığı Hilal Dergisi‘nde işte bir kapak görmüştüm. Sakallı, kalpaklı bir fotoğraf. Kimmiş bu dedim. Baktım, Kafkas Kartalı diye 15-20 sayfalık bir şiir yazılmıştı. Kimindi bilmiyorum ama bir daha o dergi göremedim. İlk olarak Şeyh Şamil’i o zaman öğrendim, ortaokulda. Yani bu konulardaki bilgilerimiz yazı hayatında çok sınırlıydı. Yani öyle sizlerin yetiştiğiniz dönemdeki gibi her şey elimizin altında değildi. Hem mesela Salih Hoca’nın çıkarmış olduğu dergiden, Cezayir’de İstiklal Mücadelesi’ni oradan takip etmeye, öyle gazete falan yok, radyolarda falan bir şey yok. Ve Hilal Dergisi‘ni çıkarıyorum. Samsun’da yaz aylarında okuldan döndüğümde tuğla ocağında çalışıyorum babamla. Babamın emrinde. Çünkü biz kardeşler falan hepimiz çalışıyoruz. Başka işçiye para verecek durumda değil babam. Biz çalışıyoruz. Ben de aklımca Cezayir mücadelesiyle ilgili duygularımla şiirler yazıyorum herhalde. Babam diyor ki oğlum biz burada çamurun içinde ekmeğimizi kazanmaya çalışıyoruz. Sen Cezayir midir nedir? Nedir Allah aşkına bu? Ya baba diyorum benim yaptığım işe engel oluyor mu bu falan neyse.

Şimdi o dönemden gerçekten çok sınırlı imkânların içinde böyle bir 60’da dediğim gibi, 61’de Konya’da bir terziyim deyince bir yakınlık hissettim, daha bir yakınlık hissettim. Çünkü ben de hiç o alanda bir bilgisi olmayan, işte bir mikrobiyoloji laboratuvarında çalışan bir Sağlık Koleji mezunuyum. Ve sonrasında 1970’lerde sonra 1972’de yazı hayatına başladığım zaman bir taraftan hastanede çalışıyorum Çapa’da, bir taraftan hukukta okuyorum, bir taraftan ev geçindiriyorum vs. Ve bütün bu mücadeleler için ne derken, yazılara baktım bazı şeylere bir iki mektup geldi yazılarıma cevaben. Said Çekmegil. Ve birkaç şey ben de yazdığımı hatırlıyorum ama şimdi elimde o yazılar yok yani. Ve sonra Kriter Dergisi‘ni görmeye başladım. Kriter Dergisi‘nde zaman zaman yazılarımdan bazı bölümler alıyorlardı. Onlar da Kriter Dergisi’ni bana Sabah gazetesine gönderiyorlardı. Yani belki görmemişsindir, aldık senin yazını der gibi. Bazı bölümler alıyorlardı zaman zaman. Ondan sonra da bir daha irtibatımız olmadı Said Çekmegil ile.

1973’te seçimler yapıldığı zaman ilk olarak 1973 seçimleri Cumhuriyet denilen rejimin, ki halkın ekseriyetinin iradesiyle gerçekleştirilen yönetim biçimi demektir ama, hele 1950’ye kadar halkın iradesiyle herhangi bir ilgisi olmayan bir sistem, bir diktatörlük. 1973’te Ecevit Erbakan hükümeti düşünülüyor ilk olarak. Olacak şey mi? Ben de bazen de Sabah gazetesinde yazıyorum. Sonra günlük yazılara orada başladım. Ben karşıyım Ecevit Erbakan hükümetine. Erbakan duymuş, görmüş bunu. Demiş bu kardeşimiz niye karşı çıkıyor? Hele bir getirin de şifalandıralım onu demiş. Onun kendine özel deyimleri vardı. Gittim. Dedi ki, bak muhterem kardeşim dedi. 1923, 1973. 50 yıl. Elbette arada bir sürü Müslümanlar çıktı geldiler. Ama İslami kimliğimizi gizlemeden ilk olarak siyaset sahnesine adım atıyoruz. Her şey bir anda düzelecek falan değil. Ama adım adım, merhale merhale böyle gelişecek bu, dedi. Şimdi, geliyorum tamam hocam, dedim.

Herşey merhale merhale kazanılıyor ve bu yetmez tabii. Ama sizler daha ileriye götüreceksiniz. Genç olanlar. Ben seksen yaşına gelmiş bir kardeşinizim. Geleceğe dair dünden daha ümitliyim ve hiç ümitsiz değilim. Bazıları karamsarlık yapıyor ama elhamdülillah daha ileri. Doğru gidiyoruz diye düşünüyorum. Sadece bu ülkede değil. Müslüman coğrafyalarında da… Demin kardeşlerimizden birisi Muhammed İkbal’dan bahsetti. Ben biraz da Muhammed İkbal’in çizgisinde bir kardeşinizim. Onun bir güzel sözü vardır. Kürtçe bilenler varsa onlar da anlayabilirler. Farsça diyor ki: “Bizim kalbimizde Hint diyarlarının, Rum diyarlarının, Şam diyarlarının muhabbeti yoktur. Bizim için İslam’dan başka sınır da yoktur vatanda.”

Biz böyle bir İslam anlayışıyla dünyaya bakıyoruz. İnşallah bu çizgi daha da ileriye götürülecek. Allah razı olsun.

 Fatih ZEYVELİ:

Bizde, Said Çekmeğil’e Efendi Baba denir. Efendi Baba’dan bahsederken üç şey aklıma geliyor. Bir cehd, iki kıvrak zeka, üç de basiret. Efendi Baba yaşlı. İstanbul’da bir gün beraber geziyoruz, onu Cağaloğlu’na götürüyorum. IETT otobüsüne bindik. Ben torunuyum. Şimdi IETT otobüsüne bindik. Bir tane genç de buna yer verdi. Amca buyur diye. Sonra gence bir şey sordu. Bir daha bir şey sordu. Bir daha bir şey sordu. Ya dedi çocuk… Ondan sonra, üç dakika sonra baktım namazını soruyor. Yani hani bir saniyesi bir dakikası boş geçmeyecek. Yanındakine namazını soruyor. Yani namazını kılacaksın diyor. Bu bir anekdot.

İkincisi şey hani bu diyalektik ya da kıvrak zeka veya hani bir takım çıkışlar. Hacı Baba sensin diye böyle bir şey vardı. Bu aslında bir muhabbet başlatma cümlesi. Bizde Leyla’ya Hacı Baba derler. Ondan sonra Hacı Baba sensin, sonra bakıyorsun biraz sonra namaz soruyor. Bir gün Malatya’da sabah namazı kılıyorlar. Namazdan sonra diyor ki dedem ya diyor imam efendi, peygamber efendimizin bir sünneti var.. Namazdan sonra böyle daire yapıyor diyor. Bir konuyu diyor biraz konuşuyor. Gel diyor bunu uygulayalım. Sonra namazdan sonra bir şey konuşuyorlar. Konuşma bitiyor. Diyor ki el-ihlas. Ertesi gün herkes Malatya’da işte El Fatiha yerine el İhlas dedi. Aslında orada düşündürmeye çalışıyor. Bir şey yapmaya çalışıyor.

Son bir anekdot. Bir assubay abimize Malatya’da diyorlar ki sakın Çekmegil’in terzihanesine gitme. Zehirlenirsin. Ama gidiyor. Sonra zehirleniyor. Birkaç ay sonra terzihaneye geliyor ve Said abi diyor, ben nişanı atacağım. Çünkü diyor, benim nişanlım dindar değil; açık birisi diyor. Ondan sonra ben bunu istemiyorum diyor. O da ona diyor ki: Bak diyor sen gelip bana açık biriyle nişanlanmak istiyorum deseydin, o zaman bu kapalıları kim alacak? Derdim sana diyor. Ama Türk halkında diyor erkek tarafı nişanı atarsa kız evde kalır. Sen zulmetmiş olursun. O yüzden nişanı atman doğru değil. Onu kazanmaya çalışman lazım diyor.

Hakan SARIHAN: Şimdi son söz Metin abide. Ancak bir-iki soru: Bir kardeşimizin de dediği gibi bu kitabınızda da geçiyor. Astsubaylar, subaylar. Bunlar nereden Said abiye geldiler? Çünkü o dönemde normal insanlar bile gelemiyor. Bir ikincisi de gene bahsetmiştiniz kitapları böyle yırtarcasına notlar düşerek okumuş ve bu kitaplardaki yan notlar kazandırılması lazım demiştiniz. Bunlarda bir gelişme var mı? Bir de not tuttuğu defterler var demiştiniz. Onlarda bir gelişme var mı?

Metin Önal MENGÜŞOĞLU:

metinonal-hakansarihan.jpeg

Şimdi karakteristik birkaç çizgiyi olaylarla anlatıp Çekmegil’in daha iyi tanınmasını istiyorum.. Şimdi ülkede Kemalist harbeler işte harf inkılabından tutun da ezanın Türkçeleştirilmesine, Kur’an’ın yasaklanmasına kadar sürdüğü dönemde birdenbire adamın biri çok da İslam’ı bilmeyen, bir İslam âlimi olmayan, bence bir İslam düşünürü bile olmayan bir adam, bir şair Allah demenin suç olduğu yerde çıktık Allah’u Ekber dedik hapse attılar. Çıktık Allah’u Ekber dedik hapse attılar dedi. O Necip Fazıl’dı. Büyük Doğu diye bir dergi çıkardı. Onun derneğini kurmak istedi. İleride onu partileştirecekti. Mücadeleye öyle girecekti. Niyeti bu. İstanbul’da yaşıyor. Büyük Doğu İstanbul’da çıkıyor. Sait Çekmegil terzihanesini açmış. Yirmili yaşların ortalarında Büyük Doğu‘yu okuyor, Büyük Doğu‘ya şiirler gönderiyor ve Necip Fazıl’ı tanıyor. Necip Fazıl’ı davet ediyor. Necip Fazıl’ı evinde misafir ediyor. Necip Fazıl hapse düştüğünde Malatya cezaevinde yatarken milletin ödünün koptuğu dönemde o evinde her gün hanımına yemek yaptırıp Necip Fazıl’a götürüyor, veriyor. Necip Fazıl’ın yün döşeğini, yün yorganını Said Çekmegil ile hiç çekinmeden götürüp hapishanede veriyor kendine.

Necip Fazıl Büyük Doğu Derneği’ni kuruyor. Yedi kişilik tertip heyetine ihtiyacı var. İstanbul’da altı kişi buluyor, yedinci kişi yok. Korkuyor insanlar. Ödü kopuyor milletin devletten. Yedinci kişi yirmili yaşlarının ortasında Mehmet Said Çekmegil’dir, Büyük Doğu’nun kurucusu. Otuzlu yaşlarında 1960 darbesi oluyor. 60 darbesinde solcuları da sağcıları da Sivas esirhanesine devlet topluyor, malum. Orada işte sağcılar bir tarafta, solcular bir tarafta. Sağcıların başında bir rivayete göre hatırımda yanlış kalmadıysa Şeyh Said’in büyük oğlu Ali Rıza Efendi. Genelde mistik Müslüman bir muhit var. Said Çekmegil’i Müslümanlar aralarına almıyorlar, mezhepsiz, sünnet düşmanı falan filan. O da solcularla düşüp kalkıyor. Tabi solcular zaman zaman bu mistiklere işte tanrı yoktur falan diye mücadeleye giriyorlar. Solcularla baş edemeyince Said’i çağırın diyorlar. Said geliyor, Said solcularla baş ediyor sonra Said’i kovuyorlar. Tekrar Said solcuların yanında. 30’lu yaşlarında da Said Çekmekil böyle biri.

Bir başka hususiyetten de söz edeyim. Hani dedik ya işte manevi oğluyuz filan. Bir pantolon diktirme ihtiyacı oldu. Dediler ki işte götür oraya diktir. Şehrin en pahalı terzisi. Son derece lüks ve gerçekten sanat eseri yaratarak eser veriyor. Pantolonumu dikti. Para istedi tabii. Çok yüklü bir para istedi. Pahalıymış meğer tabii ama mecburen işte babamdan götürdüm. Aldım verdim. Ve doğrusu biraz da dedim, ya yani biraz indirimli yapaydı filan. Böyle içimden geçti. Ama yok. Aradan bir hafta, iki hafta geçti. Bir gün gittiğimde önüme bir zarf uzattı. Bir zarf. Bunu al dedi. Nedir dedim, içinde ne var dedim. Dedi ben böyle öğrencilere kitap alsınlar diye para veririm zaman zaman dedi. Dedim Yok yok al dedi kitap alırsın dedi filan. Utanarak aldım. Verdiğim paranın aynısı onun içindeydi. Bana böyle bir ders verdi. Böyle bir hususiyeti de vardı yani insanlarla. Ya mesela birisinden o gün senedi var. Senedini ödeyemeyecek, ödeyemeyecek kadar parası, ödeyecek kadar parası yok. Komşusuna gidiyor, diyor ki şu kadar param eksik eğer bana teşekkür edeceksen biraz para ver. İşte şu kadar para ver. Ben niye teşekkür ediyorum? Sen teşekkür et deyince, muhatabı diyor ben ne kazanacağım ki? Sen sevap kazanacaksın. Senin teşekkür etmen lazım. Böylece bu manevralarla insanları düşündürmeye çalışıyordu. Bunlar karakteristik çizgiler ve benzeri de yok yani.

Fatih anlattı. El-Fatiha, El-Fatiha, El-Fatiha diye ezberler var. Malum taziyelere gidiyorsunuz bin defa El-Fatiha, bin defa. Ya bir kere de bunun ne faydası var? Bunun yerine bir sohbet yapsanız. Birisi çıksa Kur’an’dan bir şeyler anlatsa. Öyle değil mi? Bir mev’ize de olsa. Derdi derdik, biz de hala işte mümkün olduğu kadar yapmaya çalışıyoruz. Böyle benzeri karakteristik çizgiler var.

Bahsettiğiniz 1948’den hastalığına kadar. Tahmin ediyorum 40-50 civarında Ece cep ajandası alırdı. Fikir sohbetlerinde onlara hep notlar tutardı, okuduğu notlar da vardı. Üç renkli bir kalemi vardı. Kendi fikrini bir renk kalemle, alıntıyı bir renk kalemle, ikinci el alıntıyı başka bir renk kalemle. O defterleri sonuna kadar, bütün defterleri bütün günlüklerde ağzına kadar doluydu. Kızındaymış, öğrendim onlar orada duruyormuş. Çok kıymetli bir hazinedir o bence. Onun değerlendirilmesi bir de kendi özel kütüphanesinde okuduğu kitapların kenarındaki şerhlerin altındaki dipnotlarının haşiyelerin değerlendirilmesi lazım. Vaktiyle konuşmuştuk yapalım vefatına yakın bir türlü tabii elimiz değmedi benim yaşım itibariyle de…

Bir de tabii ki sonuçta bir ailesi var yani miras ailede yaklaşmak da çok kolay olmuyor. Bir tek aileye yaklaşmak kolay. Fatih’e ve annesine ve babasına ötekilere yaklaşmak çok kolay değil. Yaklaşabilsek belki bir şeyler olabilir. Onlar duruyor ve son derecede kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Mehmet Said Çekmegil’in Bergson’un bir kitabını okumuş. Kitabı açın, Bergson… Ne alaka yani? Nurettin Topçu değil bu, gitmiş Sorbonne’de okumuş ve Bergson’u okumuş. Nurettin Topçu’nun okuduğu Bergson kitabında o kadar şey asla yoktur. Açın kitabı, öylesine enteresan itirazları, tasvipleri, kenar notları, haşiyeleri vardır ki o kitapları kurcalarken görmüştüm ben. Bunlar son derece değerli hazineler bence. Onların da değerlendirilmesini doğrusu çok isterim.

Bir husus daha var yine bize ders olarak verdiği. Ankara’ya gelmiş Kriter çıktığı yıllarda ben de hemen Ankara’ya gittim. zaten Kriter’e gidip geliyorum. Malum orada ben de yazıyordum. Ankara’da gençlerle başına toplandık. Kızılay’da o tarihlerde böyle kenarda kafeler vardı o zaman. Çayhaneler filan; ama biraz lüks çayhaneler. İşte dedi ki bize yani Ankara’da okuyan gençlere siz nerede oturup çay içiyorsunuz? Gençlerin de her zaman gittiği bir çayhane varmış. Kızılay’ın böyle merkezinde. Oraya gittik. Tabii çay içtik. Her birimiz birer çay belki ikişer çay içtik. Bilmiyorum kaç kişiydik. Beş altı yedi neyse. Kalktık parayı tabii Said abi ödeyecek. Yüklü bir şey geldi. Fatura geldi. Dedi siz hep buraya mı geliyorsunuz? Evet. Siz bönkör müsünüz dedi. Yani çay içecek başka yer yok mu dedi? Niye burada? Yani çay on liraysa orada yüz lira. Şimdi de öyle yani. Alaçatı’da bir gün yabancı öğrenciler beni davet ettiler. Ben yabancı öğrencilere on yıldır Bursa’da ders veriyorum. Yurt dışından gelip Türkiye’de okumuş, Türkçe’yi öğrenmiş öğrencilere. Onlar bir gün beni davet ettiler. Hocam işte Alaçatı, Alaçatı neyse muhallebicisindeyiz gel diye. E gittim tabii herhalde en ucuz şey çaydır diye. Çay söyledik, ödemeye de ben kalktım. Ben Bağkur emeklisiyim. Çayın bir tanesi 50 liraymış. Ama ödedik tabii çayı. Yani 50 liralık çayı niye içelim ya? Çay, bildiğin çay. Bunu da bize yine Said abi öğretmişti. Bönkör müsünüz demişti. Bu anlamda da yani birileri hasis diyorlardı, böyle bakıyorlardı. Çok seçici, çok pazarlıkçı. Elbette yani elbette pazarlık sünnet ve pazarlık ediyordu, alıyordu. Böyle halleri vardı ve bunlar aslında güzel halleriydi. Fakat tabii bu haller yeni zamanlarda artık AVM’lerde ticaret yapan bizler için mümkün değil. Çünkü artık tezgahtar yok, bir şey yok. Gidiyorsun, alıyorsun, mecburi ödüyorsun falan filan. Şartlar değişti… Ama şartların değişmediği dönemde böyle diyalektik çalışmalar, ondan “Diyalektik Anlayışımız” eseri o bakımdan çok kıymetlidir. Böyle bir diyalektiğe Müslümanların çok ciddi ihtiyacı var. Çünkü düşünce ancak orada gelişiyor. O manevra ile gelişiyor. Ayrıca tabi başka sorular varsa, eksik bıraktığım yerler varsa, yanılgılarım olduysa…

Evet assubaylar, subaylar kaldı. Said abinin sohbetlerine gidiyoruz ama ben dedim ya zeki haylaz ve evde durmayan biriydim. Yedi kardeştik biz, en büyükleriyim. Babamla da fikri olarak ayrıyız. Bütün geceleri dışarıdayım. Hepsinde Fikir Kulübü sohbeti yok. Bizim Sofular Kahvehanesi var. Yani camilerin kenarında oyunsuz kahveler. Said Ertürk Hoca sık sık gelir aramıza. Yılmaz Güney’in filmlerine gideriz onunla. Dışarı çıktığımızda ben Yılmaz Güney’imdir. Yolda yürürken filan. Said Ertürk ile. Her gece oradayız. Bir de 7. Hava Jet Üssü var. Hava Jet Üssü şehrin dışında, oradaki havacı assubaylar bunalıyor. Hepsi de sosyalist. Solcu. Onlar da çıkıyorlar şehire. Tabii onlar da oyun oynamıyorlar filan asker oldukları için. Oyun oynanmayan kahvelere gelince bizimle muhatap oluyorlar. E biz Müslümanız, İslamcılık yapıyoruz. Mesela ben Alaaddin Bora kardeşimizle o kahvede Dostoyevski’nin “Delikalı”nın romanını okuyoruz. Yorulunca birimiz yorulunca öteki başlıyor, birimiz yorulunca öteki. Etraftan da çay içenler bizi dinliyorlar. Onların çoğu da cami cemaati. Dostoyevski’nin romanındaki adamların maceralarını dinliyorlar bizden. Tabii ki İslami sohbetlerde yapıyoruz. İsmini de vereyim. Mustafa Saraç diye bir abimiz var, sosyalist, assubay, benden de büyük tabii. Dehşetli biçimde tartışmaya başladık. O işte sosyalist, ben Müslümanım. Öyle tartışıyoruz, tartışıyoruz, tartışıyoruz. Günün birinde Mustafa Saraç Fikir Kulübü’ne geldi. Dedi ki ben galiba Müslüman oldum falan. Said abi de hayırdır falan. Dedi bu genç var ya bu genç dedi beni göstererek. Bununla kavga ettik dedi, bu ben dedi… Hakikaten de çok sağlam bir Müslüman oldu.

Fatih’in anlattığı olay gibi, bir de Said Ertürk hocamla birlikte benzer olayı yaşamıştık. İbrahim Güneş, Allah rahmet etsin Müslüman çok temiz bir abimizdi, eli kalem de tutardı, yazılar da yazardı. O da sosyalistken Müslüman oldu. Müslüman oldu, şimdi Sait abiye açılamıyor, Sait Ertürk hocaya açılmış. Yaşı da 40’lı civarlarda, epey yaşlıydı veya 35’li diyelim. Yaşı çok iyi hatırlayamayabilirim. Sait Ertürk’e diyor ki ben bu karıyı boşayacağım, evli yani nişanlı değil. Sait Ertürk de diyor ki niye boşayacaksın oğlum? Müslüman olmuyor diyor, ben Müslüman oldum diyor. Sait Ertürk Hoca diyor, yavrum diyor, sen kaç yaşındasın? İşte 40 yaşındayım. Ulan gavurluk için kendine 40 sene fırsat vermişsin, kadına bir gün bile, bir hafta bile müsaade etmiyorsun, utanmaz adam. Dur halen de ne acele ediyorsun falan. Said Ertürk’ün de cevabı böyledir. Yani Malatya Fikir Kulübü Diyalektiği’nin ikinci Said’idir o. Onda da çok maceralar var da tabii şimdi o biraz uzar.

Az subaylar da peşi peşine aşağı yukarı o tarihlerde 30-40 civarında as subay ya 2 fırfır, 3 fırfır falan Müslüman oldu. Süleyman Aslantaş bunlardan biridir.

Hakan SARIHAN: Aslantaş onlardan biriydi öyle mi?

Metin Önal MENGÜŞOĞLU: Evet. Tabii tabii. O da Ercüment Özkan’la birlikte… Eflatun Saygılı onlardan biridir. Yani başlangıçta hiç İslami bir hayatları yokken sonradan hepsinde Çekmegil’in etkisi izi vardır yani. Bir biçimde vardır. Yani yüz yüze görüşülmese bile Türkiye’deki o rüzgar etkili oldu.

Hakan SARIHAN: Zeki Abi paradoksa işaret etmişti…

Metin Önal MENGÜŞOĞLU: Aslında, paradoks, polemik gibi kavramlar Batı dillerinden bize geçmiş, aslında onlarda düşüncenin basamaklarıdır.

Kur’an’da tefekkür, tezekkür, tefakkuh, teakkul gibi farklı farklı düşünme modelleri, biçimleri var. Ben “Kalbin Marifetleri” adlı eserimde düşünmenin bu biçimlerine değinen bir metin kaleme aldım. Orada da anlattım. Batı dillerinden bize gelen bu kavramlar da aslında biri tefekküre, biri tezekküre, biri tefekkuha, biri teakkule denk geliyor. Yani her şey zıddıyla tezahür eder ya bizim insanları düşündürmenin; yani epeyce bir zamandır hiç düşünmemiş bir insanı düşündürmenin yolu olarak bulduğumuz metodun adı şok tedavisidir.

O paradoks şok tedavisiyle mümkün olabiliyordu. Şşok tedavisi yapmadığınız müddetçe 40 yıl hiç düşünmemiş bir insanı, mesela 70 yaşında camiden çıkan birilerini u haylaz Metin şöle uyarırdı. Söğütlü Camii’nin önüne giderdim camiden ihtiyarlar çıkıyor. Tabii Malatya Fikir Kulübü’nden aldığım diyalektikle perspektif var. Bastonlu bir ihtiyar. Cebinde Günaydın gazetesi var, böyle ceket cebinde. Günaydın gazetesinin üstünde de çıplak kadın resmi var. Onu yakaladım. Camiden çıkar çıkmaz, amca nereden geliyorsun derdin. Nereden geleceğim, camiden geliyorum dedi. Camide ne yaptın amca dedim. Namaz kıldım ne yapacağım? Namazda ne okudun amca? Fatiha okudum. Ben o amcayı tanıyorum. O amcanın on bin dönüm arazisi var. Şehirde yirmi tane dairesi var. On iki çocuğu iki hanımı var. O amcayı tanıyorum. Son derece varlıklı. Niye soruyorsun? Kızdı, celallendi. Amca kızma, kızma. Sen namazda ne okudun? Fatiha okudum. İşte onu öğrenmek istiyorum. Fatiha nedir? Bana öğret dediğimde, kaç yıldır namaz kılıyorsun? 7 yaşımdan beri namaz kılıyorum. Ama “İyya ke na’budu ve iyya ke nestain”i bilmiyordu. Biz böyle başladık. Ama beni böyle başlatan babam değil. Ailem değil, geleneğim değil, aldığım dini terbiye değil. Malatya Fikir Kulübü’ndeki diyalektik. Mesele bu. Onun için o paradoks, yani bir şok tedavisi yöntemi idi. Evet, bir paradokstu ama başka çare yoktu.

Yasin YENİYURT:

Ben çok kısa bir soru sormak istiyorum. Biz hepimiz burada yaşlarımız itibariyle aile reisleriyiz. Bir baba, bir dede olarak şu huyunu huy edindim, şu huyunu size tavsiye ederim diyeceğiniz, bizim de hayatımıza gündemimize taşıyabileceğimiz birkaç örneklik rica edeyim.

Metin Önal MENGÜŞOĞLU: Bunu tabii ki çocukları, torunları söyleyebilirler ama şu huyunu edinmeyin. Sakın çocuklarınız büyüklerine efendim demesin. Çünkü Said Çekmegil bize Seyyidina’yı kaldırın demişti salavattan. Allahümme salli ala seyyidina. Peygambere Efendimiz diyorlar. O reddediyor. Bana efendi demeyin. Efendi kisralar, firavunlara denir diyordu. İsterseniz tersinden söyleyeyim. Siz çocuklarınızı yetiştirirken kendinize efendim dedirtmeyin. Yani olumsuz bir şeyi söylemiş olayım. İlla olumlu şeyi de çocukları, torunları söylesin. Ama şunu söyleyeyim, yüze yakın ahvâdı var. Elhamdülillah, benim gördüğüm kadarıyla hepsi bir kere Müslüman kimlikli. Yani Müslüman kimlikli olmayan ahfadını hatırlamıyorum. Biz de uzaktan da olsa hısım olduk. Dolayısıyla biliyorum. Yani bu çok kıymetli bir şey. Mehmed Said Çekmegil, ahvâdı yüzden fazladır. Yüz rakamı yani çok az oldu. Benim babamın bile yüze yakın ahvâdı var. Onun da var ve elhamdülillah. Hepsi Müslüman kimlikli. Yani dışarıdan alınan gelinler, dışarıdan alınan damatlar, aksaklıklar yok mu? İnsanız, hepimizde var. O ayrı bir şey ama hepsi Müslüman kimlikli. Yetmez mi? Said Çekmegil’in şemsiyesinin altında yani illa hepsini yazar, çizer, şair edip hatip olması gerekmiyor şüphesiz. İyi bir aile babası, iyi bir aile annesi, iyi bir evlat. Çokça var kanaatindeyim ama aksaklılar her evde var. Allah razı olsun.

Hakan SARIHAN: Programımızın sonuna geldik arkadaşlar. Öncelikle ve başta Metin abimize çok teşekkür ediyoruz. Bizi kırmadı, Bursa’dan buraya kadar geldi. Yine MES İmam Hatip Lisesi yönetimine bize bu salonu tahsis ettiği için teşekkür ediyoruz. Sizler gecenin bu saatine kadar bizlerle birlikte oldunuz. Çok çok teşekkür ediyoruz. İnşallah “Aylık İslami Direniş; Islah, İhya, İnşa Öncülerimizi Değerlendirme” toplantılarımızın bu sene ikincisini yaptık. Önümüzdeki ay Ağustos ayında üçüncüsünü yapacağız. İnşaallah Muhammed Reşit Rıza’yı gündeme alacağız. O programın tarihini gününü sizlere bildireceğiz inşallah. Programlarımız her ay rahmetli bir öncümüzü gündemleştirerek devam edecek. Allah’a emanet olun.

Selahattin Eş ÇAKIRGİL: Afedersiniz. Sadece bir şey söyleyeyim. Seyyidina ve efendimiz kelimelerini çok dar manada ele almamak lazım. Onlar kültürlere göre değişik manaları taşırlar. Yanlış anlamaya vesile olabilir.

Hakan SARIHAN: Estağfurullah. Said abi gibi Selahattin abi de ictihadını ortaya koydu. Allah razı olsun.

* * *

MES Anadolu İHL’nde akşam namazı arası ve program bitişinde çay servisi hizmeti

cekmegil-cay.jpeg

 

Haber: Mehmet Suyuti Dindar

Fotoğraf: Erkam Beyazyüz

Başa dön tuşu