Sürgünde bir yaz: Umutla direnebilmek

Bir yaz daha geçiyor Almanya’da.
Gökyüzü alışık olmadığımız bir sessizliğe sahip burada. Kuşlar bile başka türlü ötüyor. Güneş, bu topraklara başka türlü düşüyor, sanki yüzünü güneşe dönmek bile bir lüksmüş gibi. Ve biz, geçmişin çatlattığı bir aynada, kendimizi arıyoruz. Sürgün, sadece bedenin başka bir ülkeye yerleşmesi değil; ruhun hiçbir yere ait olamamasıdır.
Her sabah kahve kokusuyla değil; içinden çıkılamayan bir düşünceyle uyanıyoruz:
“Biz burada neyi bekliyoruz?”
Memlekette barış yok. Umut, siyasi polemiklerde boğulmuş bir kelimeye dönüştü. Artık kimse “umutluyum” demiyor; kimse yüksek sesle geleceğe inanmıyor. Gençlik, ya kaçmakla ya susmakla meşgul. Ağaçlar kuruyor, insanlar değişiyor. Ülkenin sesi kısılmış gibi. Geriye, neyi özlediğini bile unutan bir diaspora kalıyor.
Ama işte tam burada, Gramsci ses veriyor zamanın içinden. Hapishane defterlerine sığınarak bile insanlığa yazmayı sürdüren bu adam, karanlığın ortasında şunu diyordu:
“Zihinde karamsarlık, iradede iyimserlik.”
Bu söz, basit bir teselli değil; bir direniş stratejisidir.
Zihnimiz karamsar olabilir, çünkü gerçeklik çok çıplak: Savaş, açlık, adaletsizlik, yalnızlık, yabancılaşma. Ama bu, teslim olmak için bir gerekçe değildir. Çünkü karanlığın bilincine varmak, ışığı inşa etmenin ilk adımıdır.
Sosyal medya, insanın içini boşaltan bir makineye dönüştü. Herkes sürekli bir şeyler “paylaşıyor”, ama kimse gerçekte hiçbir şeyi yaşamıyor.
Walter Benjamin, “görsel imgelerin egemenliğinde gerçekliğin tarihsizleştiğini” söylerken, tam da bugünü anlatıyordu. Artık hiçbir şeyin geçmişi yok; her şey geçici, anlık ve bağlamsız. Aşk bile… Anlam değil, hız üzerinden yaşıyoruz. Hızlı konuşuyoruz, hızlı tüketiyoruz, hızlı unutuyoruz.
Arkadaşlık?
Bir “görüldü” kadar kısa.
Dostluk?
Artık birlikte içilen kahveler kadar derin.
Kendimize ait sandığımız ilişkiler bile sistemin içinde şekillenmiş. Kapitalizm, en mahrem duygularımıza kadar girmiş. Sevmenin dahi ekonomik bir karşılığı var bu çağda.
Rosa Luxemburg, savaşın ortasında bile şöyle demişti:
“En karanlık anlarda bile, yaşam her şeye rağmen yeniden yeşerebilir.”
Bugün bu sözü hatırlamak, bir nostalji değil; bir görevdir.
Çünkü bu çağın en büyük yalanı, umudun bireysel bir şey olduğuna inandırmasıdır.
Gerçek umut kolektiftir.
Birlikte inanmak, birlikte yürümek, birlikte düşmek ve kalkmaktır.
Yalnızca kendimizi kurtararak, kimseyi kurtaramayız.
Umut, tek başına bir güvence değil, ortak bir eylemdir.
Gramsci, “Eski dünya ölürken yeni dünya doğmak için mücadele ediyor,” diyordu.
Bugün biz hâlâ o sancıların ortasındayız.
Ve bu ara dönemde, canavarlar doğuyor: otoriter rejimler, milliyetçi patlamalar, ırkçı politikalar…
Ama bilmeliyiz ki, bu karanlık sonsuz değil.
Eğer biz, içimizdeki yıkıntılara rağmen bir arada durabilirsek…
Eğer biz, sevgiyi yeniden siyasal bir bağ kurma biçimi olarak inşa edebilirsek…
Eğer biz, dostluğu yalnızlıktan değil; ortak mücadeleden doğurabilirsek…
İşte o zaman başka bir yaz mümkün.
Belki bir gün…
Sürgün biter.
Ülkeler sınır olmaktan çıkar.
Ve umut, göçmen valizlerine değil, insanların yüzlerine yazılır.
Ve biz, neyi özlediğimizi hatırlarız:
Birbirimizi.
Bir ülkeyi.
Bir adaleti.
Ve belki de… bir devrimi.
Çünkü bazı yazlar kendiliğinden gelmez.
Onları örgütlemek gerekir.